GEÇMİŞTEN BİR SAYFA
Geçmişin sayfalarını karıştırarak, bir çok olaya tanık olursunuz. Her sayfanın, her satırı sizi bir başka hayata getirir. Kimi zaman hüzünlenir, kimi zaman sevinç içinde sayfaları çevirirsiniz.
Çevrilen sayfalarda, geçmişe ait satırlar belleğinizi biraz zorlar bu zorlama esnasında, sayfaları tekrar çevirme ihtiyacı duyarsınız.
Rahmetli annem, çocukluğundan gençliğinden çok söz ederdi. Hemen hemen her gün bir anısını paylaşır, o günleri yeniden yaşardı.
Annem, anlatmaya başlardı. “yıl 1942’nin kış soğuk ayı. Kar, bir metreyi geçti. Pencerenin kenarında oturmuş, gecenin sessizliğini dinliyorum. Babamın, öğretmenlik yaptığı köydeyiz. Annem, ocakta ekmek pişirirken, kardeşim de, kendine göre oyalanıyor. Babamın, gelmesi gecikince annem bizi yatırmak için yataklarımızın hazır olduğunu söyledi.
Ben birden, bağırmaya başladım. Anne, anne! Mevlüde’nin mezarı yanıyor. Anne koş, anne koş! Elimle mezarlığı gösterdim. Annem de, yanıma pencereye koştu. Mezara baktı, bir şey görmediğini söyledi. Ben, yine gördüm. O kadar parlak bir ışık ki, gözlerimi kamaştırdı. Annem, beni pencerenin kenarından aldı.
Mevlüde, genç bir kadındı. Kocası gurbetteydi. Mevlüde akşamları keçe dokur, gündüzleri hayvanlara bakardı. Mevlüde’den başka o evde, kayınvalidesi, kayın babası birde kaynı vardı. Mevlüde yedi aylık hamileydi. Birkaç gün önce sebebini bilmediğim bir şekilde Mevlüde öldü. Köylü çok üzüldü. Mezarı bizim evin karşısındaydı.
Annem, beni yatağa götürüp, yatırdı. Benim aklım hala Mevlüde’nin mezarındaki ışıktaydı. Annem, babama konuyu anlattı. Babam da, Mevlüde’nin mezarına nur indiğini söyledi. çocuklar, saf ve temiz olduğundan bunu görür deyip, konuyu kapattı.”
Rahmetli annem, bu olayı hiç unutmadı. Mezara inen ışığın parlaklığı sürekli hafızasında canlı kaldı. Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen annem Mevlüde’nin ölümünü ve mezarına inen ışığı hep anlattı.
Annem bir başka anısı da, şöyle anlatmıştı. “köyde uzun kış geceleri sıkıcı olurdu. Bir de, kar yağdı mı, uzun süre kalkmazdı. Ben, her çocuk gibi, kar topu oynamayı severdim. Ancak kar yağmasını istemezdim.
Okula başladığım yıldı. Yine soğuk bir kış gecesiydi. Babam, vakit geçirmek için köy kahvesine gitmişti. Annem, bir sonraki günün işlerini yapmakla meşguldü. Benle kardeşim, kendi aramızda konuşuyorduk. Annem yatma saatinin geldiğini söyleyip, yatmamızı istedi.
Aynı odada yatıyorduk. Gecenin bir yarısında babamın anneme söylediği şu sözleri duyduk; “kahvede arkadaşlarla fındık ve üzümüne tavla oynadık. Fındıkla üzümü eve getirdim. Çocuklar sakın yemesin. Haramdır. ”
Yaklaşık iki yüz gram fındık ve üzüm vardı. Kardeşimle sabah olmasını sabırla bekledik.
Annemle babam kalktıktan sonra yastığın altına konulan üzüm ve fındıkları yeme hayalini kurduk.
Sabah olunca babam, okula gitti. Annemde daha önce kalkmıştı. Ben ve kardeşim fındıkları yastığın altından almak için yataktan fırladık. Yastığı kaldırır kaldırmaz, büyük bir akrebin fındıkların üzerine çöreklendiğini gördük. Acı feryatla annemi çağırdık.
Annem, koşarak odaya girdi. Önce bize baktı, sonra yastığın altındaki fındıklara çöreklenmiş akrebi gördü. Bize dönüp, kızgın sesle; “bu fındıkların kime ait olduğunu bilmeden almak istemenizin, cezası işte budur.”
Annemin anlatım üslubu hala kulaklarımda çınlar. Annem, çocukluğunu özlemle anlatırken, bende annemi özlemle anıyorum.