Bir roman, bir tiyatro, bir hikaye…
Duygu Karahasanoğlu’nun yazdığı; “Gizemli Yolculuk” adlı romanın tefrikasına kaldığımız yerden devam ediyoruz. .
GİZEMLİ YOLCULUK (2)
Ağaçların üzerinden silinip yok olan gün, yerini alaca karanlığa bıraktı. yapraklar boyunlarını bükmeye başladı. Yeni günde tazelenen yeşillikleri yaşlanan günle birlikte yoruldu. Bir sonraki taze güne kadar yorgunluğunu içine çekecekti. Var olan
damarlarını düzeltecek, yeni günle birlikte bir kez daha yaşamanın zevkini tadacaktı. Fakat şimdi akşam vakti... Yorgunluk zamanı...
Atilla, birkaç kez kamp kurmak için Serdar’a yer gösterdi ancak yerler hoşuna gitmeyip, sürmesini istedi. Serdar, on saatliğin verdiği yorgunlukla Atilla’ya bağırdı.
“ne yapmak niyetindesin ? Gözlerim artık çatallaştı. Lanet olası, yol diye bir şey de kalmadı. Çabuk karar ver, duruyorum.”
Atilla, arkada oturanları gizlice süzdü. Yorulan yüzler, soluklaşan gözler gördü. Tekrar Serdar’a dönerek, beş on dakika gitmesini söyledi.
Serdar, direksiyona hızla vurdu.
“lanet olası adam ! Canın cehenneme, burada duruyorum. İster hoşuna gider, ister gitmez.”
Atilla, elini tuttu. Bir kez daha devam etmesini istedi. Serdar, öfkeli bakışlarla Atilla’yı süzdükten sonra yola devam etti. Saate bakıp, Atilla’yı sürekli uyardı.
Atilla, çok geçmeden istediği kamp yerini gördü. Serdar’a durabileceğini söyledi. serdar, derin nefes alarak,
“beyefendi, nihayet bir yer beğenebildi ! Diğer yerlerin bundan ne farkı vardı. anlamadım. Rehber olmanın farkı bu olsa gerek. Neyse, şuraya park edeyim. Zavallı neyse ! Atilla, iniyoruz değil mi ?”
Atilla, başıyla onayladı.
Gecenin verdiği esrarengizlik kamp yerini yutacak gibiydi. Kamp ateşini yakan Karcan,
“arkadaşlar ! Hepimiz uyumayalım. Ateşin sönmemesi için iki kişi nöbet tutacak.”
Gözleri mesai arkadaşını aradı. Sebepsiz yere genç kadının üzerine odaklandı Nöbetlere, uykusuz gecelere alışık olan Dilşah,
“yanlış hatırlamıyorsam, adın Karcan’dı değil mi ?Ben nöbet tutarım.”
Karcan, genç kadının sözlerini gözlerini kapatarak onayladı.
Ateşin alevi, kampın tek tarafını aydınlattı. Diğer tarafı karanlığa bıraktı. Kurulan çadırların sadece ön yüzü ateşin gizemli sessiz ısısını içine çekti. Kök salan ağaçların kuru dallarından oluşan ateş, göğe doğru alevini uzatarak, misafirlerine burada olduğunu gösterdi.
Dilşah, büyük kütüğü elleri arasına alıp, ateşin orta yerine attı. Karcan büyük ela gözleriyle çarpışan gözlerini ateşten yanar gibi çekti. Dilşah ağacın gölgesine sığındı. Çatırdayan odunları uzun süre izleyen Karcan, yiyecek almak için çadıra girdi. Çok geçmeden elinde iki sandviçle yeniden dışarı çıktı.
Gece tüm ihtişamıyla kampın üzerine çöktü. Konukların yüzlerini anlamlı şekilde ılık esen rüzgara okşattı. Kendilerinden geçmiş bir halde uyuyan misafirler bedenlerindeki ruhun gezmesine engel olacak durumda değildi. İlerleyen zamanın bıraktığı hüznün umurunda olmadığı gibi misafirlerde umurunda olmadı. Yıldızlarla süslenen gök kubbe yerini mavi kubbeye bıraktığında misafirlerin ayılacağından emindi.
Karcan ile Dilşah, ateşin karşısında uyumama yemini ettiklerinden susmadan, konuştu. Dilşah, okul yıllarını, Karcan çocukluğunu anlattı. Hiç küçültmedikleri ateşin etrafa yaydığı ısıyla tüm kemiklerinin ısındığını hissettiler. Karcan’ın mutluluk şarkısına notalarla eşlik eden Dilşah, gözlerini sürekli Karcan’dan kaçırdı. İki çift gözün çekim gücüne engel olamadılar. İstemeden buluşan gözler, bir çok şeyi aralarında pay etti. dillerin ifade etmekte çekindiği aşk sözcükleri gözler aracılığıyla anlatıldı.
BÖLÜM 4
Birbirine karışan sesler, farklı bir melodinin ilk notaları gibiydi. Aşkın’ın bakışları ön koltukta oturanlardan başlayıp, arka sıralarda oturanlara doğru kaydı. Yüzünde anlamlı bir ifade, sesinde kırgınlık vardı. “nereye gittiğimizi, elbette biliyorum fakat nasıl gideceğimizi söylemek istemiştim. Beni yanlış anladınız ”
Sözlerine karşılık verilmedi.
Ağır ağır yol alan araba, zig zag yaptıktan sonra birden durdu. Serdar önce lastikleri, ardından motoru inceledi. Tuhaflık göremedi. Yeniden motoru çalıştırmak istedi. Fakat anahtar dönmedi. Ellerini kenetleyerek başını iki yana salladı. Yolcuları tek tek gözden geçirdi. Yüzlerindeki ifadeyi anlamayı, sözleri duymamayı çok istedi.
“bilmiyorum, henüz arızanın ne olduğunu anlayamadım. Her şey normal görünüyor !”
Dilşah, yüksek sesle bağırdı. Ödediği ücretin karşılığını bozuk arabayla aldığını alaycı ifadeyle söyledi. Genç kadının bakışları önce Serdar’ın sonrada Tan’ın üzerinde gezindi. Yolcuların hiç biri umurunda olmadığını yüksek sesle yüksek sesle bir kez daha haykırdı. Sık ağaçların örttüğü otlara doğru ilerledi.
Tepelere doğru dizilen ağaçların yapraklarına düşen güneş, tüm ışınlarını kullanarak, kendisini beğendirmeye çalıştı. Küçük canlılar parasız ısının tadını çıkarmak için kendilerini toprağın üzerine bıraktı.
Kayan güneş, dünyanın diğer yüzünü aydınlatmaya hazırlandı. Karanlığa terk edilen bitkiler, yapraklarını büzüp derin uykuya daldı.
Kocaman ateş yakıldı. Arabanın altına yatan Serdar, arızayı bulmaya çalışırken, Tan’da ona yapması gerekenleri hatırlattı. Karcan ile Aşkın, ateşin yanında koyu sohbete daldı.
Dilşah, yolun kenarında bulduğu yaralı kuşu iyileştirmeye çalışırken, çevresiyle ilişkisini kesti. Tek isteği yavru kuşu sağlığına kavuşturmaktı.
Gördüklerini kaleme alan Nilhan, Hilmi’yle fikir alış verişinde bulunuyordu.
Yonca ile İstek, yeni saç modeli üzerinde çalışıp yeni, ilginç şekiller yaratıp üzerinde tartışıyordu.
Atilla, herkesin yanında bir iki dakika kalıp, komik anılarıyla güldürüyordu. Fakat Serdar’ın yanına her gidişinde azarlanan Atilla, bir müddet uzaklaşıp, sonra yeniden Serdar’ın yanına güle oynaya dönüyordu.
Serdar, sonunda arızayı buldu. Baştan beri yanından ayrılmayan Tan, her söyleneni eksiksiz yerine getirirken, fazla konuşmamaya özen gösterdi.
Aşkın ile Karcan domatesli sandviçleri hazırlarken, yüzlerindeki gülücükler geceyi aydınlattı. Onlar için zaman altından daha değerliydi. Her biri gidecekleri yeri merak etmenin yanında sabırsızdı.
Ayrı konuları, ayrı kompozisyonlarla gezi birkaç yönüyle anlatılacak anılar arasında kalabilecek miydi ?
İnci gibi dizilen ağaçların ortasından kıvrılan toprak yolun kenarına kurulan üç çadıra, ağaçların büyük yaprakları dam görevi yapmaktaydı. Gecenin ilerlemesiyle gökteki kamer, dünyaya ortadan gülüp, uyuyanlara az zamanınız kaldı. dercesine ışınlarını var gücüyle dikerek, yıldızların arasından salına salına gezinin tadını çıkardı.
Ateşin kenarında oturan Tan’ın gözleri fal taşı gibi parlayıp, etrafını süzgeçten geçircisine inceledi. Nöbet arkadaşı Aşkın, pekte alışık olmadığı için gözleri kapanıp açıldı. Gözlerinin önüne gelen sıcacık yatağa doğru uzandığı sırada hayal olduğunu ayağının yanmasıyla anlayan Aşkın, hemen ayağa kalktı. Çevresine bakındıktan sonra,
“yahu ! Aman neler saçmalıyorum. Tan saatten haberin var mı ? Karnımda acıktı doğrusu !”
sıraladığı cümlelere gülen Tan, cevap veremedi. Adeta gülme krizine tutulmuştu. Birkaç dakika izin istedikten sonra anlatmaya başladı.
“Aşkın, biliyor musun ?! Hayatımda senin kadar komik birini tanımadım. Üç saatten beri uyuyorsun. Eğer uyumak denirse, keşke nöbet tutmasaydın. Neyse bende acıktım. Unutmadan saat, 02.30. gel bir şeyler hazırlayalım.”
Söyledikten sonra çadırlardan birine girdi. Elindeki sandviç ekmeğiyle geri döndü. birini nöbet arkadaşına uzatarak,
“al dostum ! Uyanık kalmanı sağlayacak. Açlığını da bastıracaksın.”
Aşkın, Tan’ın sözlerine karşılık veremeyecek kadar acıkmıştı. Sadece başını sallamakla yetindi. Ekmeğinden büyük parça ısırdı. Ağzındaki lokmaları yuttuktan sonra dili çözüldü. Gözlerinde uykudan eser kalmadı. Sıkıcı anılarını anlatıp, Tan’ın canını sıktı.
Tan daha fazla dinlemek istemedi. Yanındaki ağacın gövdesine yaslanıp gözlerini kapattı.
Coştukça coşan Aşkın, iyice saçmaladığını çok sonra fark etti. son sözlerini toparlarken,
“gerçekten üzgünüm, anılarım seni hiç ilgilendirmiyor. Konuştum işte. Gerçekten üzgünüm. Beni dinlemek zorunda değildin. Neyse boş ver yine saçmalamaya başladım.”
Sesinde mahcubiyetlik vardı. Aşkın böyleydi işte, ne zaman konuşsa anılarını anlatsa, sonunda pişmanlık duyardı. Bazı şeyler elinde değildi. Bu yüzden psikologuyla konuşur ve tartışırdı. Sıkıldığı zamanlar gözlerinin altındaki mor halkalar, daha da, derinleşip mavi gözleri soluklaşırdı. Dudakları da, inanılmayacak derecede çatlardı. Böyle durumlarda Aşkın, her zaman kendi kendine telkinlerde bulunurdu. Bazen uçsuz bucaksız göğe bakar, Tanrıya dua ederdi. Bazen de, köşesine siner olacakları beklerdi. Çoğu kez hayalle gerçek arasında bocalardı.
Böyle davranmasına neden olan olaylar zinciri okul yıllarında halkasını oluşturdu. İdeolojisi olmayan ender öğrencilerdendi. Öteye beriye çekilmişti. Uzun boylu olması bir çok grubun işine gelmişti. Afiş yazmak, bildiri dağıtmak, daha bir çok işte kullanılmıştı.
Yıllar acımasız ve bencildi. Önünde hiç kimse durup, hükmedemiyor, dilediğini keskin dişli çarkına atar ; öğütür, öğütürdü. Kural tanımaz cinsiyet ayrımı yapmazdı.
Aşkın, bundan yirmi beş sene önce yaşadığı dehşetli anılarını düşündükçe bunalıma girerek, çevresiyle diyalogunu koparırdı. Düşüncelerinden sıyrılmak, yeni yerler görmek bahanesiyle bu geziyi tereddütsüz kabul etmişti. Hevesle hazırlanarak, maceralı tehlikeli yolculukta yerini almıştı.
Günün ilk ışıkları, kurşuni renge boyattığı yaprakların üzerinden kaydı. Aydınlanan gün her tarafı ışığıyla boğdu. Göz kamaştıracak nitelikte olan parlaklık, kuytuları da uzandı. Kalın gövdeli ağaçlar, sihirli günün ışığını kıskandı. Köklerine kadar inen parlak ışığı söndürmek için yardım istedi. Rüzgar Tanrısı Hermes, kanatlarını ağaçların yapraklarına değdirmeden çevirdi. Kilometre hızıyla savrulan yapraklar, kendilerini doğanın muhteşemi gördü. Fakat Hermesinde gücü parlak ışığı göndermeye yetmedi.
Yonca, tek kişilik çadırda bütün geceyi uykusuz ve stresli geçirdi. Benliğini saran korku, yeryüzünün aydınlığıyla dışa vurdu. Ayakları bedenini taşıyamayacak kadar güçsüzleşti. Beyaz tenini allıklar sardı. Gözleri yuvalarından çıkacak gibi çadırın bezinde dolaştı. Elleri titreyen dudaklarına hakim olamadı.
Yonca küllenmeye yüz tutan ateşin başında oturan iki adama yaklaştı.
“sağır mısınız ?Ödüm koptu, Neyin nöbetini tutuyorsunuz ?!”
Tan, başını kaldırdı. Yonca’yı tepeden tırnağa süzdü. Korkunun ecele faydası olmadığını söyledikten sonra ayağa kalktı.
Tan, aralanan çadırı tamamen açtı. Yavru sincap, kocaman siyah gözleriyle ben bir şey yapmadım, o korktu dercesine masumlaştı.
Elini uzatan Tan, sincabı aldı. Korkudan titreyen hayvancık, başına neler geleceğinden habersiz öteye beriye bakındı.
Tan, yanında durmadan konuşan Yonca’nın susmasını istedi. Çıkardığı gürültü sincap için olduğuna güldü.
“senin gibi birinin şu küçük sincaptan korktuğuna inanamıyorum. “
“hayvanları sevmem. Bakışları beni ürkütür. Kötü bir gece geçirdim, sende tuzu biberi olma. Hayvanı al, ne yaparsan yap. Yola çıkmadan eşyalarımı toplayacağım.”
Tan, genç kadının yüzüne bakmakla yetindi. Sincabı omzuna yerleştirerek, çadırdan çıktı. Ateşin yanında boylu boyunca uzanan Aşkın’ı uyandırdı. Yola çıkmadan önce ne ihtiyacı varsa, görmesini istedi.
Aşkın uykulu sesiyle neler olduğunu bir kez daha sordu. Aldığı cevap, tatmin etmemişti. Fakat ikinci kez de sormadı.
Korkuyla birleşen yürekler, kendi kendine daima korku üretir. Üretilen korkular gerçeğe dönüşür. Gerçekle ayırt edilemeyecek kadar gerçek görünür. Her görünüş, arkasından başka görünüş, çıkarır. Korkunun esir ettiği beyin, normal düşüncesini de, çoktan terk etmiştir. Odaklandığı, korkunun verdiği dehşettir. Aşırıya kaçan korkular beyni tetikler, korkunun sözcüklerini art arda sıralar.
Şekillerden korku canavarı, benzetmesi yapılarak, var olan gerçek şekilden uzaklaşır. Uzun süre yaşanmayan evin duvarlarında hayaletlerin dolaştığını görenler, asıl korku merkezinin kendisinde olduğunu anlamaz. Ne boş ev, ne de boş duvarlar. Hiç biri hayaletle süslenmez.
Korkuyu tamamen kişinin kendisi yaratır. Beyninde büyüttüğü şekiller, tünellerle başka organlara geçerek, etki altında bırakır. Korku tünelleri başka korku tünellerine açılır. Gidildikçe gidilir, sonu gelmeyen tüneller, kişiyi iyice himayesine alır. Korkunun yüzü her tarafta kendini gösterir.
Korkular, doğuştan yada çevrenin etkisiyle oluşur. Doğuştan var olan korku, her fırsatta kendini öne çıkarır. En küçük canlıya varıncaya kadar korku etkisini gösterir. Muhabbet kuşlarından kendini sakınmak, ormanlar kralı aslandan sakınmakta aynı refleksi verenlerin bulunduğu durumu tahmin etmek zor değildir. Aslan avını yemek için mücadele verirken, muhabbet kuşu kendini sevdirebilmenin telaşı içerisindedir.
Korku, her şekilde yüzünü gösterir. Çevrenin zayıf yada baskıcı yanları korkunun diğer tarafını yansıtır. Her çocuk büyüklerinin koruyuculuğu altında olsa da, koruyuculuk bazen korku kapılarını açar.
Çocuk, önce korku kapılarından girer. İçeride kimlerin olduğunu kontrol eder. Sağına soluna bakınır. İstediği yüzleri göremez. Gördüğü korkunun dehlizlerine açılan kapıdan, şekiller görür ve gözünde büyütür. Korkuyla baktığından şekiller, her defasında büyük ve inanılmazdır. Ağzından ateş saçan ejderhalar, uçarak et koparan akbabalar, ağzından yeşil sular dökülen küçük kızlar, tabutun içinden doğrulan ölüler, satırla insan doğrayan katiller...
Gözünü kırpsa da gördüğü manzaralar değişmez. Değişmediği gibi yeniler eklenir. Korkunun baş mimarı yine insanın kendi korkusudur. İçinde var olan korkuyu yenemediği sürece korku daima yanı başındadır.
DEVAMI HAFTAYA