Turhan Eyüboğlu


Zeytinyağlı yiyemem aman

Basmada fistan giyemem aman


Zeytinyağlı yiyemem aman

Basmada fistan giyemem aman

 

Cumhuriyet ilan edildikten sonra “dış güçlerin” karşı çıkmasına rağmen onları dinlemeyip Atatürk kafasında uygulamak istediği “sosyal fabrika” modelini uygulamaya koyarak Türkiye’nin dört bir tarafını bu fabrikalarla donattı.

 

Yine hatırlatmak isterim. Bu modeli daha sonra sosyalist ülkeler alarak uygulamışlardır. Daha da ilginci Venezuella bu modele "Atatürk Modeli" olarak isim koymuş ve uygulamaya almıştır. Bu modelin daha iyi anlaşılması için bir tanesini size kısaca anlatayım.

 

Nazilli Sümerkank Basma Fabrikası bu modele örnektir. Bu fabrika sadece üretim yapılan bir mekan değil, burada "ar-ge"çalışmaları da yapılırdı. İçinde okulun bulunduğu, sanat ve spor imkanlarına sahip kültür kompleksiydi. Dört dörtlük yaşam alanıydı. Bu fabrikada 2400 işçi çalışıyor ve üretiyordu.

 

Biliyorum, şimdi içinden geçiriyorsun bu başlıkla bu yazının ne alakası var diye! Bunları size anlatmadan başlığı tam olarak size anlatamam; biraz sabır gösterin, anlayacaksınız!

 

Cumhuriyetin ilanından önce devletin zeytin politikası yoktu. Aslında zeytin de çay gibi Cumhuriyet döneminin kazanımıdır. Cumhuriyet kurulunca zeytin kültürü yaygınlaşıyor ve devlet politikası haline geliyor. Ziraat mühendislerini İtalya'ya zeytincilik eğitimine gönderiyorlar.

 

Yalova'dan başlanarak Marmara, Ege, Akdeniz’e binlerce zeytin ağacı dikiliyor. Zeytincilik Araştırma Enstitüsü kuruluyor ve zeytin kanunu çıkarılıyor. 1940'a geldiğimizde Türkiye'nin ihraç ettiği en büyük üç kalemden biri zeytin oluyor. Başarı kolay gelmiyor, ciddi bir çalışma ve alt yapı var bu başarının arkasında!

 

Artık Türkiye kendi kendine yeten bir ülke haline gelmiştir. Yetiştirdiğini yiyen, fabrikalarda ürettiğini giyen konumunda olan ülkeler arasına katılmıştır. Türkiye sözde değil, bu atılımı özde yapabilen ülkeler tarihinde çok kısa bir sürede gerçekleştiren tek ülke olmuştur. Dünya ülkeleri örnek alınacak bu atılımı takip etmeye başlamışlardı.

 

Tabii bu yerli ve milli modelden ABD hiç hoşlanmamıştı. Çünkü ABD, dünyada nebati yağı, margarin ve soya yağını ve mısırı en çok üreten ülkesiydi. Türkiye'nin bu kendi kendine yeten durumundan hoşnut olmamıştı. Türkiye tam hız tarımda, fabrikalaşmada ve eğitimde gelişmeye devam ederken 2. Dünya Savaşı patlayıverdi.

 

Marshall Planı, 2. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında Türkiye'ye önerildi ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konuldu. Bu uygulama, ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketiydi. Türkiye'nin de aralarında bulunduğu on altı ülke, bu plan uyarınca ABD'den ekonomik kalkınma yardımı almıştır.

 

ABD, geçmişten beri dünyanın en büyük mısır ve margarin yağı üreten ülkesidir. ABD, birikmiş olan mısır dağlarını eritmenin bir yolu olarak mısırözü yağı ihracatını keşfetmiştir. Marshall yardımının koşullarından biri Türkiye’nin ABD'den mısırözü yağı almasıdır. Gerçi daha başka şartları da var; ancak ben yazının başlığına sadık kalmak için bu şartla devam edeyim yazmaya!

 

Velhasıl kelam Türk insanını zeytin yağından soğutup mısır ve margarin yağına alıştırmak istiyorlardı. İlk önce şimdi olduğu gibi satın alınan gazetelerde haberler çıkmaya başladı. Zeytin yağ kötüleniyor, margarin yağı övülüyordu. "Zeytinyağı ısınınca kanserojen oluyor!" deniyor, yemeklere çok zararı olduğu idda ediliyor ve boy boy reklamlar veriliyordu.

 

Türkiye'de -her ne hikmetse- hiç bitmeyen dış güçlerin şakşakçıları, dünyanın en sağlıklı yağı olan zeytinyağını karalamak için ellerinden geleni yapıyor, margarin yağını öve öve bitiremiyorlardı. ABD'nin gözü öyle dönmüştü ki bu pazarı, tarımı ve fabrikaları bitirmek için o zamanlar hiç kimsenin aklına gelmeyen sanatçıları da bu kampanyanın içine dahil ediyordu.

 

1953'te bizzat ABD katkılarıyla İstanbul Bakırköy'de çok uluslu ilk margarin yağı fabrikası kurduktan sonra yine aynı dönemde yüz binlerce zeytin ağacı sökülerek bir katliam yapıldı. Kalan zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağının büyük bölümü ABD tarafından dolar karşılığı satın alındı ve mısırözü yağı TL karşılığı bize satıldı.

 

Türk insanı zeytinyağından soğutularak mısırözü yağına ve margarine alıştırıldı. Bu amaçla "Zeytinyağı ısınırsa kanser yapar!" gibi yalanlar uydurmaktan da geri kalınmadı. Halbuki zeytinyağı halk ağzındaki deyişiyle dumanlaşma derecesi en yüksek (en zor yanan) sıvı yağlardan biridir.

 

Bununla da kalınmaz, kötülemek için tıpkı bugün yapılan halkla ilişkiler endüstrisi çalışmaları gibi "Zeytinyağlı yiyemem aman, basmadan fistan giyemem aman!" diye türkü sipariş edildi ve ülkenin en popüler türküsü yapıldı.

 

Margarine mahkum edilen halk, yirmi otuz yılda bir kaşık yağa bile muhtaç hâle getirildi. Basma giyen kadınlar, plastik giysilerle tanıştırıldı ve basma giymenin kötü olduğu vurgulandı.

 

Şimdi bu türkünün neden yapıldığını bunları anlatmadan yazamazdım! Şimdiki Türkiye'ye bir bakın! Üretimde, tarımda, hayvancılıkta ve hatta eğitimde nereye geldiğimizi bir gözden geçirin!

 

Ismarlama türküden, ısmarlama siyasete geçtiğimizi göreceksiniz.

 

Not: Adınından söz ettiğimiz türkü 2 Kasım 1954 tarihinde İhsan Kaplayan kaynak gösterilerek Muzaffer Sarısözen tarafından derlenmiştir (THM Repertuar numarası 1133). 

 

Kaynak: Yeni Sömürgecilik Açısından Gıda Emperyalizmi, Osman Nuri Koçtürk, Toplum Yayınları, 1966