Turhan Eyüboğlu


Suyu Arayan Adam

Suyu Arayan Adam


Suyu Arayan Adam

 

"Bildiğiniz üzere Covid-19'un insanlara faydası olmuş mudur?" diye biri soru sorsa herkesin sayacağı değişik faydalar muhakkak ortaya çıkacaktır. Bana sağladığı  faydalar ise daha fazla kitap okuma ve farklı konularda yazı yazma süresini arttırması olarak size söyleyebilirim.

 

Bu dönemde, aklımda olduğu halde okuyamadığım birçok kitabı okuma fırsatım oldu. Bu arada okuduğum bir kitabın içinde geçen gerçek gözlemi aktarmak istediğim için bu yazıma başladım.

 

Bildiğiniz üzere çok yazımda size Maçka/Hordokop bayırlarında 28. Alayın Rus işgalindeki mücadelesini ve bizim için ölen yüzlerce şehidin yerinin bulunarak insanların, turistlerin ziyaretine açılmasını değişik konuları da içine alarak yazmıştım. İşte bu kitapta 28. Alay karşıma çıktı!

 

Maçka'da geri çekilmek zorunda kalan 28. Alay Erzincan tarafında yapılanmak için tekrar mevzilenmişti. Kitapta yazandan anlıyorum ki koskoca 28. Alay, tabur yapısına düşmüş ve sadece otuz sekiz erden ibaret kalmıştı.

 

İçim titredi! Bize vücutlarını teslim eden 28. Alayın biz Maçkalıların hala daha yerlerini tesbit etmek konusunda vurdum duymaz tavırla hareket etme ısrarcılığını içime sindiremiyorum. Maçka'yı yönetenlerin içine sindirmesini de bir türlü anlayamıyorum.

 

Neyse ben asıl konumuza döneyim. "Suyu Arayan Adam" kitabının yazarı Şevket Süreyya Aydemir 1918 yıllarında askerliğini yedek subay olarak Erzincan’da bulunan Ordunun 28. Alayında yaparken bölüklerde ders veriyordu. Onun anlatımıyla sizi baş başa bırakıyorum. İyi okumalar!

 

"Derse başlarken makineli bölüğünde İstanbullu başcavuştan başka okuma yazma bilen kimse yoktu. Başcavuşa sadece dinlemesini, sual cevaplara katılmamasını söyledim. Sonra da askerlere sordum."

 

"Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?"

 

"Askerlerin hep birden 'Elhamdü-l- illah Müslümanız!' diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Cevaplar karıştı. Kimisi 'İmamı azam dinindeniz.' dedi. Kimisi 'Hazreti Ali dinindeniz.' dedi. Kimisi hiçbir din tayin edemedi. Arada 'İslamız.' diyenler de çıktı ama 'Peygamberimiz kimdir?' diye sorunca onlar da pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı."

 

"Hatta birisi, 'Peygamberimiz Enver Paşadır!' dedi. İçlerinden peygamberin adını duymuş birkaçına da 'Peygamberimiz sağ mı? Ölü mü?' diye sorunca iş gene çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı 'sağ', bir kısmı 'ölü'dür tarafını tuttu. Fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu, yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu."

 

"Peygamberimiz sağdır!" diyenlere 'Hangi şehirde oturuyor?' diye sordum."

 

"Cevaplar tekrar karıştı. Peygamberimizi İstanbul'da, Şam'da, yahut Mekke'de yaşatanlar oldu. Hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu."

 

"Peygamber ölmüş!" diyenlere de 'Peygamberimiz ne kadar zaman evvel öldü?' denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar. 'Yüz sene önce, beş yüz sene önce, bin sene önce...' diye gelişigüzel cevap verenler oluyordu. Fakat çoğu vakit tayin edemiyorlardı."

 

"Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de dinin ilkelerini ve ibadetleri bilen doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi. Fakat ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Fakat onların da hiçbiri namaz sürelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar."

 

"Köyünde cami olanlar ayağa kalksın!" dedim. Gerçi köylerinde cami olan birkaç kişi kalktılar. Fakat onlar da bayramlarda, cumalarda adet yerini bulsun diye camiye gitmişler. Köylerinde mektep olan bir tek kişi çıkmadı."

 

"İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük o zaman ki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydiler. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler."

 

"Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı. 'Biz hangi milletteniz?' dediğimde her kafadan bir ses çıktı. 'Biz Türk değil miyiz?' deyince de hemen 'Estağfurullah!' diye karşılık verdiler."

 

"Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz Türk'tük. Bu ordu Türk ordusu idi. Türklük için savaşıyorduk. Asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi. Fakat ne çare ki bu 'Biz Türk değil miyiz?' diye sorunca 'Estağfurullah!' diye cevap verenlerin görüşüne göre Türk demek 'Kızılbaş' demekti. Kızılbaşlığın ne olduğu ise bilinmiyordu. Ama onu herhalde kötü bir şey sayıyorlardı. Yahut belki de aslında kendileri 'Kızılbaş' oldukları halde böyle görünüyorlardı."

 

"Anadolu’da vaktiyle binlerce on binlerce insan 'Kızılbaş' oldukları için öldürülmüşlerdi. Gerçi bu öldürülenler hakiki saf Türk aşiretler halkı, Oğuz Türkleri'ydiler. Demek ki korku hala yaşanıyordu."

 

"Dininde, milletinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki devletin şeklini, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandanı ve onun vekilini de bilmemektedir."

 

"Hele iş, vatan bahsine dönünce, büsbütün karıştı. Kısacası vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgiler, belirsiz, köksüz, şekilsiz ve yanlıştı. Bölüğü yakından tanıdıkça daha garip şeylerle de karşılaşıyordum."

 

"Askerlerin bir kısmı kendi isimlerini değil de başka adları taşıyorlardı. Künyelerinde yazılı yerler, asıl doğdukları veya kayıtlı oldukları yerler değildi. Bu kayıtları düzeltmeye ve onları temize çıkarmaya uğraşırken, bunu istemeyen, hatta işi büsbütün karıştıranlar da oldu. Böyle bir toplum, bu harbi elbette ki ruhen isteyerek benimsemiş olamazdı."

 

Yazarın anlatımını "Alfabeye geçtik, bir gecede cahilleştik!" diyenlere ithaf ediyorum. Hazır evde kalmışken biraz bu konuda tarih okumalarını da öneririm.

 

Ne Mutlu Türk’üm Diyene!