Turhan Eyüboğlu


Maçka´yı Nasıl Bilirdiniz?

Yine her zamanki yerime, taşın üstüne çıkmış uzun uzun bakıyorum sana.


Maçka´yı Nasıl Bilirdiniz?

 

Yine her zamanki yerime, taşın üstüne çıkmış uzun uzun bakıyorum sana. Gözlerimi yavaş yavaş derenin üstünden Meksila´ya doğru kaydırıyorum, bir taşın su üstünde kaydırılması gibi. Ben sana, eski halini görür gibi bakarken inanıyorum ki şimdi sen de öyle bakıyorsun bana; ama ´Ne bende o eski hal ne de sende o eski duruş kaldı.´ diyorsun içinden biliyorum. ´Nereden biliyorsun, kasaba konuşur mu?´ diyorsun, ama biliyorum kasaba konuşur. Ancak onu anlayan olur mu? İşte onu bilmiyorum!

 

Ben, Meksila´nın içinden geçen demir yolunu görmedim, ama ceviz ağaçlarıyla kaplı olduğunu ve Trabzon´dan gelen ailelerin piknik yaptıklarını iyi bilirim. Pikniğe gelen insanların en lezzetli etleri kemençe eşliğinde yediklerine şahit oldum. Bir doğal park gibi dereyle, etle, eğlenceyle buluşulan bir yer olduğunu bilirim. İnsanların orada geçirdikleri hafta sonu pikniklerindeki mutluluklarına şahit oldum.

 

Seni öyle gördükçe ne anlarım ben söylediğim şarkılardan? Ne anlarım sana bakan insanların yazdığı şiirlerden? Her defasında ´Başa dön!´ derim kendime! Bakışını değiştir. Görme derenin kirliliğini, derenin katledilişini; görme yol yapılacak diye kolayın seçilişini! Bak nasıl görmeyen gözler artmış? Nasıl kör olmuş bakan gözler? Nasıl umursamama anlayışına bürünmüş insanlar, kasabanın derelerine bu kadar şiirler, şarkılar söylenirken?

 

Ben, Maçka mezarlığı yanında ve onun Meksila´ya doğru iki kilometre ilerisinde evimin karşısındaki hanları selin yıktığını görmedim ama, Meksila´nın Maçka tarafına doğru beş yüz metre aşağıda Meksila gölünde, Maçka girişinde bulunan Mezbaha gölünde, Maçka´nın elektriğini sağlayan şimdiki futbol sahasının karşısında bulunan Santral gölünde, girişteki parkın daha aşağısında bulunan Kazan gölünde çocukların yüzmeyi öğrenip daha sonra denize gittiklerini bilirim.

 

İşte o zaman donar kalırım, seni seyrettiğim taştan sana bakarken! Sanki sana kirli, kırık bir camın arkasından bakıyorum, gibi geliyor bana doğanın içinde olmama rağmen. Her defasında sana bakarken camı temizliyorum; ama yapamıyorum! Ben ne kadar temizlersem temizleyeyim bir anda kirleniyor rüyada gördüğüm bir kabus gibi! Uyanmak istedikçe uyanamıyorum!

 

Babamın çocukluk yıllarında, derenin getirdiği seli ve derede nasıl balık tuttuklarını bilmem; ama meyve kasalarına bağlı iple olta yapmayı bilirim! Maçka´nın iki deresinde de kırmızı benekli Alabalık, Bıyıklı, Sazan, Palagiza ve Govit yakaladığımızı, bunu neredeyse Maçka merkezinin içindeki derede yaptığımızı bilirim!

 

Güzel Maçka, sessiz Maçka neredesin? Bir gencin ergenlik sivilceleri gibi istenmedikçe oynanmaya yok sayarcasına bakmayacağım dediğinde aradan dakikalar geçmeden aynaya muhtaç hale gelen Maçka! Ne eski doğan, ne eski çarşın, ne eski mesire yerlerin, ne de seni anlayacak eski bizler kaldık! Anlayacağın sahipsiz kaldın tek başına!

 

Denizden kefallerin yumurtlamak için Maçka deresine geldiğini bilmem; ama halk arasında ´dere köpeği´ denilen su samurlarının akşamın karanlığını delen seslerini ve ay ışığının vurduğu derenin içindeki taşta çocuklar gibi oynadıklarını bilirim!

 

Bazen güneş doğduğunda uyuyamam; sanki sana yapılanlar yok olacakmış gibi, kötülükler sabaha yok olurmuş gibi açar camı koklarım çevremde bulunan ağaçların ıslak güzelliğini! En azından gözümü açmadan öyle hissederim eski hayalini düşünerek! Gözümü açtığımda katliamın dere kenarında nasıl beton yığınına dönüştüğünü ve bu ülkede bir önceliğin olmadığını, devletin değil de kişilerin nasıl istediği şekilde doğayla oynadığına şahit olurum!

 

Muhacirlik zamanındaki açlığı bilmem; ama evlerde, yer ateşlerinde yapılan ekmekleri misafirlerin önüne getirdiğinde misafirlerin hayranlıkla baktığı ve ev sahibinin tereyağını içine koyup bir dilim misafirlerine verdiğinde ´Bu nasıl bir lezzet?´ dediği günleri bilirim.

 

´Az kalan, çoktan çok oldun!´ deyip şamar yiyen ise hep sen oldun. Senin doğa sefaletin hiç olmadı! Üstelik doğa sefaleti olanlara yıllar önce kucak aştın, toprak verdin, ev verdin, iş verdin! Buna rağmen seninle yaşayanların doğayı ´Sefil yaşasınlar!´ diye çaba gösterenlere yardım etmesi, görmezlikten gelmesi, umursamaması bir celladın masum bir insanın başını koparmak için indirdiği kılıç gibi!

 

Hafif rüzgarda bir gelin edasıyla bütün köylerde sallanarak ´Ben de buradayım!´ diyen buğday tarlalarını, yetiştirilen kokulu üzümden şarap ve sirke yapıldığını bilmem; ama düzgün ve seyrek taneli, hiçbiri aynı boyutta olmayan, ancak lezzetini hiç unutmadığım kışlık mısırını herkesin tarlasında yaptığı zamanları iyi bilirim.

 

Hal ve hareketi, yine belli bir tarz üzere sunan, gösteren, anlatmaya çalışan çok eski hikaye anlatıcıları bilmem; ama bir Beyaz Ali´yi, bir Hıra Ali´nin sohbetlerini, insana bakışlarını bütünleştiriciliklerini, yeri ve zamanı gelince çok güzel küfür ve benzetme yaptıklarını iyi bilirim!

 

Hay bilmez olaydım!

 

İşte böyle Maçka! Kurduğum hayalleri sana anlatırım, inan diye gözlerine bakarım; ama inanır mısın bilmiyorum!