Turhan Eyüboğlu


Maçka´nın Bilinmeyen Yaşamları

Yıl 1916, aylardan Nisan... Trabzon´a 18 km kadar yaklaşan Rus ordusu kentteki birlikleri kuşatma altına almak için Akçaabat´a asker çıkarma kararını almışsa da panik halindeki halkın kenti boşalttığını duyunca vazgeçmişti. 15 Nisan gecesi Trabzonlu Müsl


Maçka´nın Bilinmeyen Yaşamları

 

Yıl 1916, aylardan Nisan... Trabzon´a 18 km kadar yaklaşan Rus ordusu kentteki birlikleri kuşatma altına almak için Akçaabat´a asker çıkarma kararını almışsa da panik halindeki halkın kenti boşalttığını duyunca vazgeçmişti. 15 Nisan gecesi Trabzonlu Müslümanların önemli bir kısmı kenti terk etti.

 

Artık Trabzonlular ilk defa çıkmış oldukları zorunlu göçün zorluğuna şahit olmuştu. Binlerce insan yarı aç ve susuz, sırtlarında ve yanlarında taşıyabildikleri eşyaları olduğu halde gündüz yol alıyor, gece yol üzerindeki köy ve kasabalardaki ahırlarda veya metruk evlerde barınıyorlardı.

 

Kötü sağlık şartları, yol durumu ve hastalıklar yanında yolda uğradıkları saldırılarda kaybettikleri yakınlarının cesetlerini oldukları yere, anılarını da kalplerine gömüp yollarına devam ediyorlardı. Can pazarı günlük yaşanan bir olay gibi olmuştu.

 

Bu kafilenin içinde kocasını altı yıl önce hastalıktan kaybeden Fatma ve üç çocuğu da vardı. Kafilede bir damla sayılacak kadar küçük bir aileydiler. Üç çocuğun küçüğü altı, ortancası sekiz, büyüğü ise on bir yaşındaydı.

 

Fatma; beyaz tenli, orta boylu, güler yüzlü bir gelindi. Hastalıktan kocasını kaybetmiş, üç çocuklu, daha otuzuna varmamış genç bir kadındı. Çocuklar küçük, yüreklerde tomuran buruk acılar büyüktü. Fatma bu yolculukta şaşkındı; çünkü en uzun yolu yayla yoluydu onun için! Artık ne olduğunu anlamadan kafilenin içinde bulmuştu kendisini.

 

Düşman gelir yaka yıka; düşman gelir kese doğruya! Ne olduğunu anlamadan kocasını bırakmıştı mezarlıkta. Bir gece "Hadi, yarın burayı terk ediyoruz!" dediklerinde yanına hiçbir şey almadan çıkmıştı yola; terk etmenin ne olduğunu bilmeden. Yol çetin, yol acı... Yolda her gün ya biri kayboluyor veya ölüyordu.

 

Aç ve susuz geçen günlerin, haftaların sonunda yine gece olmuş, mola verdikleri yerde herkes uykuya dalmıştı. Yolda saldırılara maruz kaldıkları için hep tedirgin ve yorgunluğun getirdiği sersemlikle uykuya geçip geçmeme arasında gözleri açık bir şekilde uyuyorlardı.

 

Gece yarısını geçmişti ki nöbette olan kişi "Aşağıdan atlılar geliyor!" diye sessizce fısıldadı. Kafile yine bir baskına uğramamak için bir anda oldukları yeri can havliyle terk etmeye ve bunu sessiz çığlıkları içlerine doğru atarak kaçmaya başlamışlardı. Nasıl kaçmasınlar ki... Bundan önce yapılan baskında üç genç kızı kaçırmış ve kafileden iki kişiyi öldürmüşlerdi baskın yapanlar!

 

Fatma, yorgunluk ve uykusuzluktan altı yaşındaki oğlunu unutmuş ve orayı terk etmişti. Ta ki geldikleri yerde Abdurrahman´ı unuttuğunu fark edince geri dönmek istedi; fakat kafile başkanı buna müsaade etmedi. Baskın yapanlara yakalanırsa kafilenin izine rastlayacaklarını belirtmişti. Ancak ona söz vermişti, gün açtığında gidip bakacaklarını! Fatma´nın içi içini yiyordu. Sanki günler geçiyor; fakat bir türlü gün açmıyordu!

 

Aşağıdan gelen atlılar kafilenin konakladığı yere ulaşınca bir küçük çocuğun ağladığını fark ettiler. Küçük Abdurrahman uyanmış, yanında annesini göremeyince ağlamaya başlamıştı. Gelen atlılar Osmanlı askerleriydi. Abdurrahman´ı orada bırakmayarak atlarına alıp karargaha doğru yola devam ettiler.

 

Günün ilk ışıklarıyla Fatma ve kafile başkanı bir saatlik yürüyüş sonucu konakladıkları yere geldiler; ancak ne kadar seslendiyseler ve aradıysalar da küçük Abdurrahman´ı bulamadılar. Artık yapacak bir şey yoktu. Kafile başkanı Fatma´yı zorla da olsa oradan alarak geri dönmek zorundaydı.

 

Fatma´nın beyaz teni siyaha, gülen yüzü ise bir buzdağının soğukluğuna dönmüştü. Gözündeki fer sönmüş, gözleri görülmez hale gelmişti. Bir insan yaşarken nasıl ölünürün bir örneğine şahit oluyordu kafile başkanı, Fatma´ya baktıkça. Yolda sessizce ağlamaya alıştıkları için Fatma´nın ağlamadan gözünden yaşlar sessizce akıyordu.

 

Kocasının acısının ne kadar hafif olduğunu anlamıştı, evlat acısının yanında! Yoldaki zorlukların, aç ve susuz kalmanın, sinirlendiği şeylerin aslında ne kadar küçük şeyler olduğunu anladı. Hayatın ne denli kısa olduğunu görüyordu, evladının uyuduğu yere baktıkça. İşte o gün öğrendi bu hayatta evlat acısından daha büyük bir acının olmadığını!

 

Askerler karargaha dönerler ve çocuğu yüzbaşı Ali´ye teslim ederler. Askerlerden biri:

 

"Komutanım, çocuğu yolda biraz konuşturduk. Trabzon´dan yola çıkan Türk kafilesinden olduğunu ve adının Abdurrahman olduğunu anladık."

 

"Tamam oğlum, verin bakayım küçük Abdurrahman´ı bana!"

 

"Bak, şimdi seni eve çocuklarımın yanına götüreceğim. Onlarla oynarsın; hadi artık ağlama gidiyoruz!" deyip onu evine götürdü. Bu ev, küçük Abdurrahman´a yeni yuva ve yeni bir hayatın başlangıçı olacaktır. Yüzbaşı ne kadar araştırsa da Abdurrahman´ın annesinin kafilesini bulamadı.

 

Aylar geçmiş ve yüzbaşı Ali´nin tayini İstanbul´a çıkmıştı. Yüzbaşı ona emanet edilen Abdurrahman´ı Sivas´ta bırakmaz ve ailesiyle bitlikte onu da İstanbul´a getirir. Yüzbaşı Ali, İstanbul´da Abdurrahman´ı yetimler okuluna yazdırır ve okumasını sağlar.

 

Zaman geçmiş, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve ülke top yekün bir kalkınma hamlesine girmişti. Bu kalkınmada eğitimli insanlara ve ziraatçılara ihtiyaç olduğunu bilen öğretmeni ona Edirne Ziraat Mektebi´nde okumasını tavsiye eder. O da öğretmeninin tavsiyesine uyar ve yıllar sonra genç bir ziraatçı olarak mezun olur.

 

Eğitimli insanlara çok ihtiyaç olduğu için ziraatçiler Türkiye´nin dört bir yanına gönderilmeye başlanır. Bir gizli el ailesini bulma umuduyla Abdurrahman´ın Maçka´ya tayin olmasını sağlar. Artık genç ziraatçi Maçkalılara toprak, bahçe ve ağaç hakkında bilgi veriyor ve tarımın verimli olması için elinden geleni yapıyordu.

 

Genç ve asil bir yapısı olan bu delikanlı Maçka´da gönlünü bir Eyüboğlu kızına kaptırır. Kaymakamın istemesi ve ailenin onayı ile evlenirler. Bu evlilikten üç kızı, bir oğlu olur. Oğlu yıllarca Maçka Ziraat Bankası´nda Maçkalılara hizmet verir ve emekli olur.

 

Torunu ise, Allah gönlüne göre verdi ve bizi gururlandırdı- Mart´ta yapılan belediye seçimlerinde İstanbul Beylikdüzü Belediye Başkanı oldu.

 

Bu olayın kahramanı Yüksel Çalık´ın babası, Mehmet Murat Çalık´ın dedesi benim de halam olan Bakiye Hanım´ın kocası Abdurrahman Çalık´tır.

 

Mekanı cennet olsun! Nur içinde yatsın!

 

Not: Abdurrahman Çalık annesini o ayrılıktan sonra bir daha göremez; çünkü muhacirlikten döndükten sonra anne, babasının yakalandığı hastalığa yakalanır ve oğlunu göremeden ölür. Kardeşlerini bulur, onlarla yıllarca beraber olur.