Turhan Eyüboğlu


Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Trabzon’da Mucizevi Buluşma (7)

Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Trabzon’da Mucizevi Buluşma (7)


Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Trabzon’da Mucizevi Buluşma (7)

 

Efendim, bu dönem eşiniz Eren Hanım oğlunuz Mehmet Hamdi Eyüboğlu’nu dünyaya getiriyor.

Evet İkinci Dünya Savaşının başladığı gün bir oğlumuz oldu. Ben askerdim."

"Sizin için iki defa askerlik yaptığınızı büyüklerimiz bize söyledi bu nasıl oldu?"

 

"Dokuz ay sürecek yedek subaylığım İkinci Dünya Savaşından ötürü üç yıl sürdü. 1941'de terhis oldum. 1943'te yine bu savaşın getirdiği şartlardan dolayı ikinci defa askere çağrıldım. Bu güç günlerde eşim sahici bir sanatçı olmasa idi ve birbirimizi sonuna kadar desteklemeseydik, zor dayanırdık."

 

"Efendim, mektupları okurken savaşın ne kadar kötü bir şey olduğuna bir kez daha şahit oldum. Eren hanımın Romanya'daki evlerinin bombalama sonucu yerle bir olduğunu okuduğumda çok üzüldüm. Aynı dönemde sizin asker oluşunuz da Eren hanımı çok üzdüğüne eminim. Tabii bir de oğlunuzun oluşu ve sizin askerde olmanız sizi de çok üzmüştür. Ekim 1940 yılına ait mektuptan biraz okumak istiyorum."

 

"Sevgili Bedri, Hüseyin ayakkabı almaya gelecek. Fırsattan istifade sana yazıyorum. Mektuba cevap verecek zamanım olmadıydı. Dün ben de Romanya'dan mektup aldım. Evimiz bombalanmış, yerle bir olmuş. Koka yazıyor. Annem iyiymiş; ama beni çok görmek istiyormuş. Zavallı anneciğim, onu şimdi çok daha iyi anlamaya başlıyorum. Dur yok, durak yok! Dinlenmek yok! Uykusuz geçen köleler gibi koşturduğu geceler!"

 

"Bizim torasancık bana neler neler ediyor, neler! Üç gecedir o öksürük onu rahat bırakmadı. Hiç doğru dürüst uyuyamadı. Dün Necati beylerden dört beş kere Ali Şükrü'ye telefon ettim. Dışarı çıkmış, kendisiyle konuşamadım. Bekliyorum bakalım. Hiçbir şey yiyesi yok. Yeni yemeklere de hiç yüz vermiyor. Evet, herhalde diş çıkartıyor da ondan oluyor bütün bunlar!"

 

"Ona güzel bir at aldım; ama o, attan ürktü. Sana benzemiş olmalı. Canuş, dün Sabahattin'den mektup aldım. Geldiğinde sana da okurum. Hep idealist eski Sabahattin! Çok gururlu, mağrur! Kim bilir belki de aslında o haklıdır!

Bizimkilerden, hiçbir kimse kapımızı çalmadı. Herhalde kimseciklerin bir derdi veya bir sıkıntısı veya bir hastalığı, şikayeti yok ki kimsecikler bizi aramıyor. Aman ne iyi, ne iyi! Ne güzel, ne güzel! Sıkıntı, dert veya hastalık olunca yana yakıla arıyoruz da!"

 

"Çocuk, kaç gündür keyifsiz. Kimseciklerin haberi bile yok. Hani bu çocuğu güya çok seviyorlardı? Yeri geldi mi mangalda kül bırakmıyorlar! Allah'a şükürler olsun, cumartesi bana kocamı geri getirecek. Bu da beni yatıştırıyor.

Bu ayrılıktan ben hiç hoşlanmıyorum; ama ekmek paramızı çıkartabilmek için arada sırada bunu sineye çekmek gerekiyor! Senden ayrılınca, senden ayrı kalınca gözlerim dolup taşıyor. Sen de böyle gözü yaşlı, ağlamaklı mektuplardan hiç hoşlanmazsın. Biliyorum, ama ne yapayım? Elimde olan bir şey değil ki... Senden, bir saniye bile ayrılmaktan nefret ediyorum. Ben de böyle gözü yaşlı mektuplardan nefret ediyorum. Sen de haklısın!"

 

"İşte Salıpazarı Apartmanı, dördüncü kat, numara on bir. Tophane haberleri işte bu kadar. Her şeye rağmen iyimserim. Her şey geçer, fırtınalar biter! Sıcak güneşli günler, bu fırtınalı günlerin yerini alır. Bizi arayıp soran, merak eden dostlar da yoklar. İşte Memişciğim, durum böyle. Sen benim numara yapamadığımı yeni öğrenmiyorsun ki... Ben kötü bir aktörüm!"

 

"Bir şey söyleyeyim. Dönmeni büyük bir sabırsızlıkla bekliyorum. Sana en sevdiğin yemekleri hazırlayacak, senin karnını bir güzel doyuracağım. Sonra da seni benim canavarca tekniklerimle seveceğim! Herkese çok selam... Oğlum Mehmet seni çok öpüyorum! Senin resmini nerede görse tanıyor!"

 

"Sayın İlhan Berk'in de güzel bir yazısını okumak istiyorum. Bakın sizin askerliğinizi nasıl yazmış?"

 

"Yedek subay okulunda Türkiye'nin dört bir yanından gelenlerin arasına karıştı ve onlardan biri oluverdi. Bedri'nin o bildiğiniz derviş yönü, Yedeksubay Okulu'nda en özgün yönlerinden biri olarak belirdi.

 

Onu yedek subay öğrencisi olarak düşündüğümde, ilk giyiminin savrukluğu, sallapatiliği, baştan sağmacılığı geliyor usuma. Asker elbisesi Bedri'nin üstünde akardı. Elbise onun üstünde sanki bir insana değil de bir ağaca, bir direğe, herhangi bir nesneye giydirilmiş gibiydi. Şapkası kulak altına kadar iner; ceketi kollarından, pantolonu ayaklarından taşar; postalları ayağından çıkar gibi dururdu."

 

Okumayı bırakıp Koca Reis'e döndüğümde gülümseyerek 'Giysileri sanatçılar yapmalı!' deyince gülümseyerek okumaya devam ettim.

 

"Elbiselerini bir türlü kendinin edemediği, kendisine yakıştıramadığı, kendine bir türlü çeki düzen veremediği için, haftalarca izine çıkamamış, cumartesi ve pazarlarını okulda hapsedilmiş olarak geçirmiştir."

 

"Turhan Reis bu dünyada hiç anlamadığım, hiç sevmediğim bir iştir askerlik! Kılığımı kıyafetimi askerliğin istediği biçimde uygulayamadığım için çoğu hafta subayların şikâyetinden dolayı cezalı olurdum."

 

"Efendim, izinsiz kaldığınız bir hafta sonu bir şiir yazmışsınız, adı 'İstida!' Onu bize okur musunuz?

 

Yarab! İnsanoğullarından çektiğim yeter

Gökyüzünden benim hisseme düşeni ver

Altına dilediğim gibi ömrümü sereyim

Mendil kadar olsun tarlamı ayır

Beni doyuracak ağacı göster.

 

Rabbim! İnsanoğullarından çektiğim yeter

Yalnız senin ellerin gezinsin ömrümde

Beni yalnız sen mahkûm eyle, sen azat

Ve yalnız sen canımı iste benden ki

Nereye saklayacağımı şaşırmadan vereyim.

 

"Okuduğumuz kadarıyla siz sadece asker elbisesine değil kendi giydiğiniz kıyafetlere de çok özen göstermezmişsiniz. Bakın yine Sayın İlhan Berk giyiminizz konusunda nasıl yazmış?"

 

"Bankanın tatil kampında kaldığım bir sabah çok erken bir saatte Bedri'ye rastladım; İstanbul'dan geliyordu. Arkadaşı olan izim bankanın, genel müdürünü görmek istiyordu. Kılıksızlığın şahıydı! Pantolonunun sökülmüş olan paçalarını kopçalı iğneyle tutturmuş, arkasında yağ boya içersinde bir ceket, saç sakal karışmış bir yüz, elinde de sarılmış bir şeyler vardı.

 

Kampın nöbetçi amirine gidip Bedri'nin genel müdürü görmek istediğini söyledim. Nöbetçi amir Bedri'nin kılığına bakarak kim olduğunu sordu. Anlattı; ama inanmadı! Kendisine yardım edemeyeceğini söyledi; ancak genel müdürün kaldığı evi gösterdi. Eve gelince Bedri sabahın içinden genel müdürün adını o gür sesiyle bağırdı. Bütün kamp ona bakıyordu."

 

Yan gözle Koca Reis'e bakıyordum. Göz göze geldik ve gülmeye başladık.

 

"Turhan Reis okumaya devam et bakalım; daha neler yazmış İlhan Reis?"

 

"Bedri Rahmi'nin yaşam dünyası resimdi. Dünya onun için çizmek, çizilmek içindi! Bu dünyada bir deniz kıyısı, bir ağaç, bir adam, gök, kuşlar, yıldızlar, gece, ev, sokaklar, balıklar, bu dünyayı dolduran daha nice şey, çizilmek, bir resime girmek, orada yaşamak içindi!

 

Bu dünya buna yarardı; yeniden yaratılmaya, yeniden kurulmaya! Bir bulut başını almış gidiyor muydu? Bedri bunu görmeliydi! Sonra da kağıda, beze, tahtaya, taşa çizmeliydi. Bu dünyadaki geceler, sabahlar, öğleler, akşamlar onun içindi!

 

Bedri, bunun için erkenden kalkar, bu dünyada hiçbir şeyi yitirmemek için kaleme kağıda sarılırdı. Sanki bu dünyaya kağıtla kalemle gelmiş o ilk insanlardandı! Sokakta, evde, kahvede, bir teknede, bir arabada, bütün yolculuklarda yığınla kalem kağıt taşırdı!

 

Ceketinin bütün cepleri, pantolonu, gömleği kalemle dolu olurdu. Dünyaya yazmaya çıkmış bir Evliya Çelebi'ydi. Evliya Çelebi gibi hiçbir şeyi kaçırmak istemez, büyük küçük her şeye ilgi duyardı. Bir çocuğun gözleri, elleri, ayakları, bir pencere, bir kapı, kırık bir dal, yavaş yavaş akan bir su, bir demet kuru ot, bağıran bir sardunya, küsmüş bir gül, bir atın gözleri, bir dağ, bir köy... Daha nice şeyi ilk görüyormuş gibi coşar, bağırırdı! Bunları görmek de yetmezdi ona; paylaşmak, bu sevinci bölüşmek isterdi!

 

'Bak şuna, şu keçinin gözlerine bak!' derdi. Bu bir keçi, bir kedi, bir çocuk muydu koşar onu kucaklar, herkese de göstermek isterdi! Yaşamak karşısında Halikarnas gibi bir büyük serüven adamıydı. Sanki denizlerin, ırmakların, ormanların bir oğluydu! Yine onun gibi bir doğa okulundandı!

 

Bir yaşam adamıydı o! Herkesle tanışmak, konuşmak isterdi. İçini, her şeyini herkese açık tutardı. Bir insanın susmasını, konuşulan bir şeye katılmamasını pek anlamazdı. Konuşmayan birine hiç ama hiç dayanamazdı, anlamazdı böyle bir şeyi. Kim olursa olsun biri susuyorsa 'Konuşsana!' diye parlardı. Dolaşmayı, yeni yerler, yeni insanlar tanımaya bayılırdı."