Turhan Eyüboğlu


Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Trabzon’da Mucizevi Buluşma (4)

Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Trabzon’da Mucizevi Buluşma (4)


Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Trabzon’da Mucizevi Buluşma (4)

 

"Sizin aşkınızdan bahsetmişken babanızın dillere destan aşk hikayesini rica etsem anlatır mısınız?"

 

"O zaman bu aşkı hikaye gibi anlatayım. Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, uzakta çok uzaklarda, zümrüt kayalı Kaf Dağ'ının ardında Dağıstan serdarı yaşarmış."

 

"Bir mevsim, Kanuni Sultan Süleyman'ın ordusu İstanbul'daki yokluk nedeniyle iyi beslenemeyince bu serdarın dedeleri mavnalar dolusu büyük baş hayvanı İstanbul'a dökmüşler."

 

"Padişahımız efendimiz pek memnun olmuşlar. 'Polathane'yi bu kuluma ihsan eyledim!' buyurmuşlar. On dokuzuncu asrın sonlarına doğru bu aileye Allah, ayın on dördü gibi pırıl pırıl, sırma saçlı, badem gözlü, inci dişli bir kız çocuğu ihsan eylemiş. Adına Lütfüye demişler."

 

"El bebek, gül bebek büyütmüşler. Ninnilerle uyutmuşlar. Gel zaman git zaman serdar kızı Lütfüye Hanım'ın güzelliği, bilgisi, zekası dillere destan olmuş."

 

"Efendim, birden kendimi dedemden hikaye dinler gibi hissettim! Özür dilerim, lütfen devam edin!"

 

"Maçka yöresinin çok sevilen, hoş sohbet, ata binen, şiir seven, sanatçı yaradılışlı namlı kişilerden Eyübzade Hamdi Efendi'nin oğlu Rahmi Bey, ünü çevreye yayılan bu kızı bir gece rüyasında görmüş ve ona çılgınlar gibi aşık olmuş."

 

"Kardeşinin de yardımıyla güpegündüz, yel gibi giden beyaz atının terkesine atıvermiş güvercin topuklu yarini! Yer yerinden oynamış. Bereket aileler anlaşmış, dillere destan kırk gün kırk gecelik bir düğünle evlenmişler. İşte babam ve annemim aşk masalı böyle başlamış."

 

‘Mernuş' sözünü zaman zaman ağabeyiniz Sebahattin Eyüboğlu için kullandığınızı biliyoruz. Ancak ben size şimdi sizin bir şiirinizi okuyup buradaki Mernuş'u soracağım!

 

Ben birinci Mernuş

Şapşalların padişahı

Benim titrek ellerimde başlar

Çakıltaşlarının sabahı

 

"Bu şiirde oğlunuz Mehmet Eyüboğlu, Mernuş'u kendiniz için kullandığınızı söyler, ne dersiniz?"

 

"Mehmet'im doğru demiş!"

 

"Şimdi aklıma geldi! Sizin Paris'te açtığınız ilk serginizdeki resimlerin çerçevelerini gördüm de bana muhteşem çerçeveler gibi geldi. Bunlar çerçeve değil de birer sanat eseri gibiydiler!"

 

"Evet, doğru diyorsun. Birer sanat eseriydiler. Lhote Akademisi'nde çalışıyoruz. Kupol'da sık sık Hale Asafa rastlıyoruz. 'Çocuklar bir arkadaşım küçük bir galeri kiraladı. Orada bir grup ressam sergi açacak. Siz de eser verebilirsiniz diyor.' Biz de çok seviniyoruz; ancak sergiye koyacağımız resimlerin çerçeveleri yok. Çerçeveler çok para ve alacak paramız da yok. Ona 'Peki, ama çerçeve meselesi ne olacak?' diyorum."

 

"Gayet kolay! Şu karşıdaki dükkana girersiniz, en nefis çerçeveleri size haftalığı bir franga kiraya verirler. Yalnız bir miktar para bırakmak icap eder. Satarsanız çerçeveyi öder, olmasa birkaç frankla işin içinden çıkarsınız."

 

"Hayatımda görüp göreceğimiz en muhteşem çerçevelerle, ilk resimlerimizi çerçeveletmiştiler. Onların içinde bizim resimlerimiz, utancından yerin dibine geçmişler gibiydiler."

 

"Ressamın resim satması nasıl oluyor? Siz atölyeden resim satıyor muydunuz? Satış çok farklı bir şey! Sanatçının çok yapacağı bir iş değil gibi geliyor bana!"

 

"Haklısın; bak daha önce yazdığım bir şeyi anlatayım sana! Ben de aynı durumdaydım. Şimdiye kadar bir tek resim satabilen arkadaşım, onu nasıl sattığını bana anlattı."

 

"İki sene oluyor. Atölyede çalışan bir İsviçreli yanıma gelmiş ve bana o hafta yaptığım ufak bir portreyi kaç paraya satacağımı sormuştu. O zamana kadar böyle bir teklif karşısında kalacağımı hiç aklıma getirmediğim için birdenbire şaşırmıştım. Bu şaşkınlıkla İsviçreli'ye kaba bir cevap verdim!"

 

"Ben şimdiye kadar hiç resim satmadım ki!"

 

"İyi ya! Ben Paris'te bir çok atölyede çalıştım ve her atölyeden bir resim satın aldım. Sizin bu portrenizi muhakkak satın almak isterim. Size üç yüz frank teklif edeceğim."

 

"Neden sonra üç yüz franga kaç tüp boya satın alabileceğimi hesaplayan ben, bir türlü 'resim satmak ameliyesi'ne razı olmamış ve İsviçreli'yi kırmıştım. O bu inadın nereden geldiğini anlamadan dudak büküp giderken, ben bir ressamın resim satmasının ne demek olduğunu düşünüyordum. İşte durum bu!"

 

"Efendim sizin, bir arkadaşınızla Picasso'yu görmeye gidişiniz var. Rica etsem onu da anlatır mısınız?"

 

"Paris'te olduğuna emin olduğumuz Picasso'yu, Montparnase kahvelerinde görmekten ümidi kesince bir kolayını bularak Picasso'nun adresini elde ettik. Kararımızı vermiştik! Aradan bir hafta geçtiği halde henüz nefret etmeye başlamadığımız birkaç resmi sırtlayınca belirleyeceğimiz bir gün Picasso'nun evinin yolunu tutacaktık."

 

"O gün geldi. Arkadaşım en temiz gömleğini giydi. Ben de en az boyalı ceketimi fırçaladım, başımızın üstünde gümüş renkli bir gök, içimizde bir maça giden iki çocuğun sabırsız ve hırçın yüreği, kolumuzun altında resimler, yola çıktık!"

 

"Büyük mağazaların birinin camında yüzlerimizi sapsarı, koltuğumuzdaki resimleri cesaretimizden kocaman bulduk."

 

"Arkadaşım 'Ya evde yoksa?' dedi. Ben de 'Talihimize küseriz!' dedim."

 

"Seinei adım başı çevik bir adımla zıplayarak karşıya geçen, kesmeşeker kadar beyaz köprülerin birinden geçiyorduk. Arkadaşım adımlarını yavaşlattı!"

 

"Daha geçen gün rüyamda Picasso'yu gördüm! Adını bilmediğim bir bahçe resmi yapıyordum. Bir türlü ağacın gövdesini bükemiyor ve mütemadiyen yaptığımı kazıyor terliyordum. Ellerim vıcık vıcık boya içindeydi. Fırça temizlemek için bez almayı unutmuştum."

 

"Bir aralık bana 'Boynuma kadar bataklığa gömülmüşüm!' hissini veren yağlı ellerimi toprağa sürerek temizlemek istedim. Arkamda yırtılan bir kumaş sesi işiterek döndüm. Fal taşı gibi açılan gözlerimin önünde kocaman piposuyla Picasso'yu gördüm. Ceketinin astarını kopartmış bana doğru uzatıyordu!"

"Ve bu ceketli rüyayı da Picasso'ya anlatmaya karar verdik."

"Renksiz, şekilsiz, büyük şehrin toptan kurduğu somurtmuş bir apartman kapısının önünde durduk. 23 onun apartmanının numarası idi. Arkadaşıma 'Ya meşgulse, ya çalıştığı için bizi kabul etmezse!' dediğimde arkadaşım 'Bu sefer talihimize değil de Picasso'ya küseriz!' dedi."

"Kapıyı çaldık. Kapıyı sarı benizli bir kadıncağız açtı. Sırtında bir hemşire gömleği vardı. Birden 'Acaba Picasso hasta mı?' diye düşündüm. Evvela üstadın evde olup olmadığını sorduk. Evdeydi ve meşgul değildi. Fakat beyaz gömlekli kadın bize 'Kendilerine kim tarafından geldiğinizi söyleyeyim?' diye sorunca arkadaşımla biribirimize bakmaya başladık. Kimse tarafından gelmediğimizi ve yalnız üstadın nasihatlerini almaya geldiğimizi söyledik."

"Yüzümüzün rengini ve sesimizin tonunu beğenmeyen kadıncağız 'Vallahi, öyle ise telefon etmeniz lazımdı!' Boyunlarımızı büktük, af diledik! Geri dönüyorduk. Kadıncağız bükülen boyunlarımıza acımış olacak 'Bir parça durun!' dedi ve bizi içeri aldı ve 'Ben bir defa daha kendisine sorayım.' dedi.

"Teşekkür ettik. Kadıncağız parmaklarıyla koridordan kayboldu. Biz ümit dolu gözlerle etrafa bakarak beklemeye başladık. Tozlu bir kütüphane gördük. Kırık camların biri önünde mukavva üzerine yeni Picasso'lardan bir tane gördük. Ve bütün gördüğümüz bu oldu. Kadıncağız göründü; bu sefer de onun boynu bükülmüştü!"

"Üzüntülü bir sesle 'Maalesef! Muhakkak telefon etmeniz lazımmış.' Bizim halimize acıdığını sandığımız kadıncağıza gene teşekkür ettik ve çıktık.

Picasso'ya küsmüştük!"

"Onun resimleriyle dolu mecmualarımızı, kitaplarımızı en altına nefyettik. Aradan günler geçti. Her geçen gün, kabahati onun sırtından alıp bizimkine yüklüyorduk. Picasso'dan para, yazı, resim dilenmeye gidenler olduğunu öğrendik."

"Bir gün az kalsın atölyede ona 'Hırsız!' diyen ve bizim ikimizin boyunda bir Amerikalı ile yumruk yumruğa gelecektik."