Turhan Eyüboğlu


Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Trabzon’da Mucizevi Buluşma (11)

Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Trabzon’da Mucizevi Buluşma (11)


Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Trabzon’da Mucizevi Buluşma (11)

 

"Çok maceralı bir Hasanoğlan ziyareti olmuş. Siz bunu anlatırken Trabzon Lisesinin yapılışını bilir misiniz sorusu aklıma geldi. Bilir misiniz okulunuzun yapılışını?"

 

"Kavak Meydanı’ndaki mektebimiz yıkılmış, yerine yepyeni ve mükemmel bir bina kurulmuş. Görenler bu binayı çok methettiler. Ankara'nın en güzel yapısını, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ni kuran Taut'un eseriymiş. Eğer bu büyük mimar Trabzon'daki liseyi de Ankara'daki büyük eseri kadar benimsemiş ise hakikatten memleketimiz, yalnız kullanışlı bir binaya değil, güzel bir sanat eserine de kavuşmuş demektir."

 

"Efendim, bildiğim kadarıyla Taut Alman'dı. Herhalde işleri bittikten sonra Almanya'ya gitmiştir. Öyle değil mi?"

 

"Türk mimarisine karşı beslediği büyük hayranlığı henüz eserleriyle de ispat edemeden ölen bu büyük sanatkar bugün bir Türk mezarlığında yatıyor. Böyle vasiyet etmiş. Mimarimizi mezar taşlarımıza varıncaya kadar sevmiş olması ne güzel değil mi?"

 

"Evet, çok güzel ve ilginç!"

 

"Dünya ile ahiretin birleştiği yerde sağlam bir sanat sevgisine bürünerek dimdik duran sanatkarlara ne mutlu!"

 

"Güzel bir mektep binası! Çocukluğumuzun ve gençliğimizin mühim bir kısmını duvarları ve bahçeleriyle çepeçevrelenmiş olan 'Trabzon Sultanisi' çirkin bir yapı değildi. Ufak tefek Anadolu kasabacıklarında ilk tahsiline devam eden birileri için Trabzon Sultanisi sadece güzel bir bina değil, tam manasıyla bir saraydı!"

 

"Hele ilk girişte bahçenin saltanatı beni tamamıyla büyülemişti. İlk mektebin son iki senesini aynı binada tamamlamış ve sonra orta ve lise merdivenlerine tırmanmaya başlamıştık. Bilhassa ortadan sonra iş büsbütün çatallaşmış ve tılsımlı bir kuş kafesi gibi çocukluğumun yıldızlı hatıraları arasına giren bir bina birdenbire bütün sihirini kaybetmişti!"

 

"Altın kafesin demirleri birer birer paslanmış, nihayet bir kale mazgalı gibi soğuk soğuk sırıtmaya ve bir hapishane kapısı gibi insafsızca diş gıcırdatmaya başlamıştı! Eskiden mektebin önüne harikulade bir oyuncak gibi serilen bahçenin şimdi her ağacı bir gölge, her çalısı elektirikli bir tel örgü kesilmişti! Gün geldi ki arkadaşların hepsi düşman, muallimlerin hepsi birer cellat kesildi; sınıfta kalmıştım!"

 

"Analadığım kadarıyla Sayın Taut çok güzel bir bina ve çok güzel bir çevre düzenlemesi yapmış. Sizin anılarınızın burada çok çok iyi geçmediğini daha önceki konuşmamızda söylemiştiniz. Ancak merak ettim; siz kaçıncı sınıfta sınıfta kalmıştınız?"

 

"Orta mektebin son sınıfında. Devlet imtihanı sözü o sene çıkmıştı. Zayıf talebeler imtihana kabulq ediliyordu. Her sene imtihan vererek sınıf geçmeye başlamıştık. Her ne hal ise olan oldu. Bizi imtihana sokmadılar kaldık. O seneyi nasıl tekrarladım? Sonra liseye nasıl devam ettim? Burasını bir ben bilirim bir de Allah!"

 

"Efendim, müsaadenizle size Mari Gerekmezyan ile aranızda geçen aşkı sormak isterim!"

 

"Şöyle yapalım, sen bana benden sonra bu konuyla ilgili yazılanları anlat; ben de cevap vereyim!"

 

Hiç böyle bir cevap beklemediğim için biraz durakladıktan sonra kendimi toparlayıp daha önce okuduklarımı ona anlatmaya başladım.

 

"Efendim, yıl 1949… Yer ise İstanbul Büyük Kulüp… Aralarında eşiniz Eren Hanımın da olduğu bir davette, davete katılanlar sizden bir şiir okumanızı istemişler. Siz de kabul ettikten sonra ayağa kalkıp 'Karadut' şiirinizi okumaya başlamışsınız."

 

"Şiiri okurken gözlerinizden süzülen yaşların nedenini, eşiniz dahil olmak üzere, tüm salon kimin için aktığını biliyordu. Bu çok duygulu cümleleri, yanınızda oturan eşiniz Eren Hanıma değil, kaybettiğiniz aşkınız Mari Hanıma yazdığınızı ve o akşamdan sonra eşinizin sizi terk ederek Paris'e gittiği söyleniyor."

 

Reis, bir anda Karadut'un bir bölümünü okumaya başladı.

 

Karadutum, çatal karam, çingenem

Nar tanem, nur tanem, bir tanem

Ağaç isem dalımsın salkım saçak

Petek isem balımsın a gülüm

Günahımsın, vebalimsin.

 

Onun sesinden ilk defa dinliyorum. İçinden gelerek okumanın ne demek olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum.

 

"Evet, Mari Gerekmezyan için yazdım. Eren Hanımın beni o geceden sonra bırakıp Paris'e gitmesi terk ediş değildi! Bunu söyleyenler kolayı seçmiş ve öyle yorum yapmışlar.

 

Sanatçıların ileride yapacakları sanat faaliyetleri ve çalışmaları önceden planlanır. Biz de Eren'in Paris çalışmasını daha önce planlamıştık. Gidiş tarihi tesadüf ya bu olaya rastlamıştır. Durum bundan ibarettir. Bu durumu daha iyi anlamaları için Eren'in Paris'ten bana yazdığı mektubu size okuyayım. Kelime kelimesine aklıma kazıdım."

 

Canuşkam,

 

Kulüpte bir gece, şiir okumuştun, hani! Hatırladın mı? Gözlerinden, birden yaşlar döküldüğünü görünce içimin karardığını hissetmiştim. Sesin, nasıl titremişti. Hey! Bütün bunları hatırlıyor musun? Sanki böğrüme, kızgın bir ütü yapışmış gibi olmuştum.

O gece, senin seneler sonra bile olsa yanıp tutuştuğunu anlamıştım! Bedri'nin ruhuna, insan üstü bir gücün acıyıp, ona güç vermesi için dua etmiştim. Ruhunun çektiği acıları Allah dindirsin. Allah sana resim yapma sevinci versin ve bizim yanımızda yaşamaktan, mutluluk duyabilmeni sağlasın.

Eren

 

"Şimdi daha iyi anladın mı neden beni terketmedi dediğimi?"

 

 

 

"Efendim, Mari Gerekmezyan ile nasıl tanıştınız?"

 

"Mari Gerekmezyan… Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümüne misafir öğrenci olarak gelmişti. Son derece yetenekli, genç bir kadındı. O dönemde ben de orada asistan olarak görev yapıyordum. İşte orada tanıştık.”

 

"Mari Hanıma nasıl hitap ediyorsunuz?"

 

"Canım Çebişim, derdim ona! Orta Anadolu'da keçi yavrularına 'çebiş' derler. Daha önce de konuşmuştuk. Hükümet, 'Anadolu'yu resmetsin!' diye sanatçıları şehirlere gönderiyordu. O dönem ben de Çorum'a gönderilmiştim. 'Çebiş' sözcüğü dilime oradan yerleşmiş ve çok sevmiştim. Keçi yavruları da çok sevimli olur, oynamalarına bayılırım!"

 

"Mari Gerekmezyan’ın size yazdığı bir mektubu okuyorum."

 

Özledim!

 

Susadım gibi bir şiir daha yola çıkmadan 'Susadım' gibi bir şiir yazabilseydim! Canım Bedri, o kadar fenayım ki başım üzerimde duruyor, cayır cayır yanıyorum! Tren müthiş sarsıyor, yazmanın imkânı yok. Niçin gidiyorum?

Muhakkak yazacağım, şayet Yozgat'tan yollayamazsam kendim getiririm.

Etrafımda senin gözlerinden başka bir şey görmüyorum. Tünellerde, yaylalarda, vadilerde, dağlarda hep onlar trenle yarışıyor; tıpkı karanlıkla boy ölçüşen ateşböcekleri gibi cıvıl cıvıl! Çebişim, şimdi Hasanoğlan'dan geçiyoruz. Eserini görmek için pencereye koştum.

Canım Bedri, seni deli gibi seviyorum!

 

"Efendim rica etsem 'Susadım' şiirini okur musunuz?

 

Susadım,

Üç tane elma soydular, üç tane portakal

Nafile

Bir bardak suyun yerini tutmadı.

Acıktım,

Kuş sütü, kuru üzüm getirdiler,

Nafile

Bir çimdik somunun yerini tutmadı.

Seni düşündüm kadınım şükrederek,

Su gibi aziz olasın her daim,

Ekmek gibi mübarek...

 

"Mari'nin kaşı, gözü gibi bahtı da karaymış. Efendim, yine bir söylentiye göre ailesi ve Ermeni toplumu bu yasak aşk yüzünden onu terk etmiş. Bir vebalı gibi yalnızlığa itilmiş. Dönemin basını, Ermeni Türk vatandaşlarından olduğu için Ankara'daki resim heykel sergilerinde üst üste aldığı ödüllerde adını bile geçirmemiş. Ama o, bunlara rağmen sizi hiç terk etmemiş, ta ki hastalanana kadar!"

 

"Mari, çok iyi bir eğitimciydi (Getronagan Lisesi ve Esayan Lisesi, İstanbul, Resim ve Ermenice öğretmeni) ve Türkiye'nin ilk kadın heykeltıraşıydı. Çok başarılı bir heykeltıraştı. Mari, itinayla yalnızlaştırılmış bir kadındı! Size bu kadar söyleyeyim!"