Turhan Eyüboğlu


Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Trabzon’da Mucizevi Buluşma (10)

Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Trabzon’da Mucizevi Buluşma (10)


Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Trabzon’da Mucizevi Buluşma (10)

 

"Çorum sonrası bir de Bursa ziyaretiniz oluyor. O ziyaretten bahseder misiniz?"

 

"Evet, sene 1946, mevsim yazdı. Bursa'nın yeşili bazen mavi, bazen mordu; ama minareler bembeyazdı. Çarşıda şeftaliler yumruk yumruk kabarıyor, karpuz alev ateş yanıyor, erikler en açık yeşilden en koyu mora dayanıyor, insanın yalnız eline yüzüne değil, adımlarına, içine bir meyve balıdır bulaşıyordu."

 

"O eyyam hükümetin ressamlar için tertiplediği yurt gezilerine katılmıştık. Bir ay kadar Bursa'nın her yanında resim yaptık; sonunda han avlularına dadandık. Bir de gördük ki bizi Bursa'da saran , ne han, ne hamam, ne dükkan! Bizi mıknatıs gibi boyuna çeken hep o renk renk köylüler!"

 

"Nasıl yani?"

 

"Bursa hanlarında rastladığım köylü çeşidini Anadolu'nun hiçbir tarafında böyle toplu bir halde görmek nasip olmamıştı. Bunların arasında dünyanın en gürbüz, en sevimli, en cana yakın insanlarını; yanı başlarında da insanın yüreğini söken iflah olmaz hastaları, yaralıları, sıtmalıları gördüm."

 

"Bizim memleketimiz ne bazı zifiri karanlık yüreklilerin ileri sürdükleri gibi sadece zindan, ne de yürek yerine krizantem takılmış alacakaranlık kafaların uydurdukları gibi safi gülistandı! Bizim memleketimizin her yanında zindanla gülistanı koyun koyuna, bir çekirdekte, bir salkımda, bir çalıda, bir çırpıda gördük! Köyümüzü, köylümüzü yakından tanıdıkça bir elma şiiridir dilimde dal budak sardı!"

 

Benim memleketim kocaman bir elmadır

Bir yanı aktır neyleyim bir yanı karadır

Canımız çekirdek misali içinde

Aklımız fikrimiz dalındadır.

 

"Efendim, Bursa'ya gelen köylüler bir köyden mi geliyorlardı?"

 

"Bir köyden değil, çeşitli köylerden geliyordu. Zamanın valisine en renkli yerli kıyafetleri nerede bulabileceğimizi danıştık. Bize Orhaneli kazasına gitmemizi tavsiye etti. Hikayesini ancak Orhan Kemal'in kaleme alabileceği müthiş bir otobüs yolculuğundan sonra Orhaneli'ne vardık."

 

"Orada mı kaldınız?"

 

"Oradan da bizi Çöreler köyüne gönderdiler. Bir şeker bayramının ikinci günüydü ve Çöreler köyünün muhtarına misafir olduk. Yollarda akılları durduracak kadar güzel elbiseler giymiş genç kızlar, bizleri görür görmez çil yavrusu gibi dağıldılar. Biz de ancak bazı delikanlılardan, küçük çocuklardan krokiler çizebildik. Çocuklar arasında günde üç çeşit elbise giyenler vardı."

 

"Köylü ekonomisi o zamanlar o kadar güçlü müydü?"

 

"Bu bolluğun sebebini öğrendik. Gayet kolay; aralarında birkaç saat için değiştiriyorlar, herkesin gönlü oluyor! Köyün sevimli, yeni sıvanmış bir camisi, yanı başında minicik bir okul vardı. Ama okulun öğretmeni yoktu. Köylülere 'Sizin köyde köy enstitüsüne giden var mı?' diye soru sormuştum. Yüzüme tuhaf tuhaf bakmış ve 'Bizde köy enstitüsüne çocuk gönderecek göz var mı bey? Senin öğretmenin ölü yıkamasını bilir mi?' diyerek beni şaşırtmıştı. O zamanlar üç kardeşim de köy enstitülerinde çalışıyorlardı. Ben de yolum düştükçe bu okulların nasıl kurulduğunu, nasıl çalıştıklarını görüyor, iftihar ediyordum. Fakat bu okullarda yetişen öğretmenlerin bir gün ölü yıkamaya çağrılacakları aklıma gelmemişti."

 

"Enstitülerden yetişenler ölülerle değil, dirilerle uğraşacaklardı. Köyü kalkındıracak, kültürü sağlayacaklar ve bir enstitünün ne demek olduğunu bilecek, icabında kendi elleriyle kurabileceklerdi. Fakat teraviyi kim kıldıracak, din işlerine kim çeki düzen verecekti? Her köy camisine aklı başında bir hoca, her köy okuluna çakı gibi bir öğretmen kolay mıydı? Seçmek zorunda kalınca, hangisini seçmek gerekecekti?"

 

"Hazır Anadolu’ya konuşurken size eski 'Köy Enstitüleri'ni sormak isterim. Bu konuda bize bir şeyler anlatır mısınız?"

 

"İki yüz, üç yüz kişilik bir kafile... Kız, oğlan katışık köylü çocukları öğretmenleriyle birlikte Allah'ın bozkırında çadırlarını kuruyorlar. Ellerinde kuracakları yapıların projeleri var. Kazmaları, kürekleri, her çeşit malzemeleri ve nurtopu gibi yürekleri var. Aç kurt gibi çalışma iştahları da cabası! Çocuklar kendi evlerini kendi elleriyle kuruyorlar."

"İlk yapı meydana gelir gelmez çadırlar dürülüyor, nazari derslerin ilk adımları atılıyor. Fakat yapı işleri durmuyor. Onlara daha yüzlerce çatı lazım. Bugünün çocuğunu adam etmek için ne lazımsa bunların hepsi için birer çatı kurmak lazım. Enstitülerin kendi yağı ile kavrulmaları lazım."

 

"Toprakları var, kendileri işleyecekler. Hayvanları var, onlara kendi elleriyle dam örecekler. Su lazım, boruları kendileri döşüyorlar. Sökükleri kendileri dikiyor, elbiselerini kendi elleriyle biçiyorlar. Bütün bu illerin başında bir program ve bir öğretmen var."

 

"Demir tavında dövülüyor; iş, yaparken öğreniliyor. Onların büyük şehir çocukları gibi ufacık oyuncakları yok! Danaları, içi saman dolu danalar değil; sahici danalar! Kamyonları teneke tekerlekli ve teneke zemberekli değil, sahici dev gibi kamyonlar. Ne atları tahtadan, ne arabaları yalancıktan... Kızılçullu'da bir motorsikletleri varmış."

 

"Her öğrenci bunu son civatasına kadar söküp tekrar takıyor. Her parçanın vazifesini biliyor. Ne kadar zamanda ne kadar benzin yakacağını hesaplıyor! Üstelik motora atladı mı dere tepe aşıp gidiyorlarmış!"

 

"Köyden gelen çocuğa imkân verildi mi her bakımdan nasıl serpiliyor; en iyiyi, en güzeli, en faydalıyı, en doğruyu ne kadar çabuk benimsiyor! Tam üç yıldır enstitülerin hikâyesini büyük bir zevkle dinliyorum. Denizi görmediği halde denizi en çok seven şair gibi hiçbirisini görmeden sadece işiterek onların hepsine en ufak teferruatına kadar aşina çıkıyor, topuna birden aşık oluyorum. Zaman geçiyor, bu rüyayı yalnız başıma görmediğimi anlıyorum."

 

"Bir köy enstitüsüne ziyarete hiç gittiniz mi?"

 

"İlk çıkan fırsatta 'Göründü Talas'ın bağları!' deyip Hasanoğlan Köy Enstitüsüne gidiyoruz. Ankara'ya bir saat; Çankırı yolu üstünde. Bahar iti bir çoban köpeği soluya soluya Kayaş'a kadar arkamızdan koşuyor. Kayaş'ta yoruluyor ve yorgun argın dönüyor. Kavaklar küçüle küçüle ot kesiliyor, söğütler eriye eriye tükenip bitiyor. Bozkır bir kır atın karnı kadar yumuşak... Belirsiz renkleriyle, tepecikleri, höyükleriyle önümüze seriliyor."

 

"Uzatmayalım, kapıyı açıyorlar. Ilık, güzel bir ahır... Dört beş kocaman öküz... Akşam yemeklerini yemişler. Ajans haberlerini dinleyerek geviş getiriyorlar. On iki on dört yaşlarında iki gürbüz çocuk ahır temizliği ile uğraşıyorlar. İlk tesirleri yarı sivil birer Mehmetçik; elbiseleri aynı kumaştan, biçimleri başka!"

 

"Mor jilet kesip doğrayadursun, bizi Enstitünün kantinine götürüyorlar. Saat akşamın dokuzunu geçmiş olmalı. Çoktan yemek yemişler. Biz kantinde ne bulursak bahtımıza! İki tane kantinleri varmış. Birisi yüksek kısım öğrencileriyle öğretmenler için öteki orta kısım için... Yüksek kısım kantini iki katlı. Büfenin raflarında her şey var."

 

"Derhal yumurtalı sucukla işe başlıyoruz. Derken lenger nohut imdada yetişiyor. Çok mu acıktık, bilmiyorum; fakat bu kadar güzel nohut yemeği olmayacağına oy birliği ile karar verildi."

 

"Hasanoğlan'da kaç gün kaldınız?"

 

"Hasanoğlan'da dört gece kaldım. Bunlardan birisini heykeller aydınlattı. İkinci geceyi de kıpkırmızı bir yangın. Heykel alevi falan gibi edebiyat alevi değil, sahici bir alev. Bal gibi benzin alevi! İki teneke benzin yandı tutuştu. Aksi gibi benzin kocaman bir kamyonun yanı başında parladı. Aksi gibi kamyon tam marangoz atölyesinin önünde duruyordu. Aksi gibi rüzgar vardı. Bir çok aksilik bir araya geldi."

 

"Efendim şimdi ben de heyecanlandım. Yangın nasıl oldu?"

 

"Biz tam öğrenci lokantasında üç numaralı yemeği münakaşa ediyorduk. Yunus Kazım Köni 'Acaba perhizi bozsam mı, bozmasam mı? Bozamam; çünkü karım maden suyuna kadar her şeyi valizime yerleştirmiş. Bozarım çünkü böreklerin kokusu beliğ mısralar halinde yükseliyor fakat bozarsam... Enver Ziya Karal müdahale ediyor! 'Bozamazsın; çünkü son böreği senin afiyetine ben alıyorum.' derken 'Yangın var! Marangoz atölyesi yanıyor?' diye bir feryat!"

 

"Aşçıbaşının nefis böreğinin son zaviyesi boğazımızda doksan derece kesiliyor. Yutabilirsen yut! Lokantanın kapısını kızıl bir perde kaplamış. İki adam boyu, dört beş kollu bir alev karanlığı önüne katmış, olmayacak hareketlerle kıvrılıp bükülüyor."

 

"Ateşe üşüşen pervaneler gibi her yanda çocuklar koşup geldiler. Birkaç saniye süren bir şaşkınlık, bir heyecan duraklaması! Hani birdenbire duş altına girince duyulan kalp durması gibi bir duygu! Korkunç bir tablo! Şoför olacak delikanlının ceketi tutuşmuş. Herhalde benzin bulaşmış olacak ki çıra gibi yanıyor."

 

"Fakat alevin kıyamayacağı ne var? Ceketi çıkaramayacağını anlıyor ve yere yatıp yuvarlanıyor. Derken şaşkınlık devresi sona eriyor. Şoför ceketini söndürdü. Yattı yuvarlandı, bir şeyler oldu. Derken kamyonun arka kısmını örten kalın branda bezi tutuştu. Derken alev kamyonu bir lokma gibi yutacak gibi ağzını açtı. Derken alev marangoz atölyesine doğru dil uzatmaya başladı."

 

"Fakat derken bizim enstitülü çocuklar kamyona bir saldırış saldırdılar. Vay anam vay! Allem ettiler, kallem ettiler, kamyonun üstüne bir çullanış çullandılar! Toprak serptiler, ceketlerini kapattılar. Kamyonu dört beş metre geri çektiler. İki üç dakika sonra, bir ahtabot gibi kollarını öteye beriye sarmaya çalışan alev pestil gibi yere serilmiş çiğneniyordu."

 

"O aralık biz misafirler de heyecana kapıldık. Hepimiz alevin üstüne çullandık, toprak taşıdık. Yanı başımızdaki toprak yığınından bir dakika önce bir sedye dolusu toprak almıştık. Bir dakika sonra geldiğimiz zaman bir damla toprak kalmamıştı. Ellerimle toprağı kazmaya, birkaç avuç toprak çıkarmaya çalışıyorum. Ellerim sızlıyor, toprak adeta yere ziftlenmiş gibi homurdanıyordu. 'Yağma mı var, küçük bey?' diyor. Toprak, her gelene kendini o kadar kolay teslim eder mi?"

 

Biz toprakla cenkleşeduralım, alevin hesabını çocuklar görmüşlerdi. Şimdi düşünüyorum da hala gözümün önüne geliyor. Böyle bir alev, İstanbul'da hiç olmazsa birkaç evi temizlerdi. Çocukların dişleriyle tırnaklarıyla alevi parçaladıklarını gördüm.