Fatma Karahasanoğlu


    NEFES ALMAK

  Pandemiyle başlayan doğaya kaçış tüm hızıyla sürüyor.


                                          NEFES ALMAK

 

                         Pandemiyle başlayan doğaya kaçış tüm hızıyla sürüyor. Apartman kültüründen bir nebzede olsa uzaklaşmak isteyenler soluğu köyünde aldı. Kimi babadan kalma eski evi tamir ettirdi, kimi de, yeni bir ev yaptırdı. Şehir yaşantısından bunalan orta yaş üstü olan insanlarda köyüne taşındı. Kendine göre yeni uğraşlar bularak, yaşantısına devam ederken, unutulmaya yüz tutan yaylacılık yeniden hayat bulmaya başladı.

                        Bu yıl, son on yıla göre daha çok hayvan yayla yolunu tuttu. Sadece inekler, koyunlar değil,  çimento torbaları, kumlar, briketlerde yayla yolunda yerini aldı.

Yaylacılık bir yaşam kültürüdür. Kış aylarında ahırda hazır otla  beslenen hayvanlar, yaz aylarının gelmesiyle yaylaya çıkar. Geniş çayırlarda rengarenk çiçekler ve otlarla beslenen hayvanlar akşama kadar açık alanda özgürce dolaşır.

Sabah erken saatte otlağa salınan hayvanlar, gün kararıncaya kadar kendi başlarına otlar. Hava kararmaya başlayınca, evinin yolunu tutarlar.  Hayvanların otlaklarda kalış süreleri de, kendilerine aittir.

Hayvanların yaylaya çıkışıyla ailede rahat nefes alır. Bütün gün kapalı yerde kalmayan hayvanı için hazır ot kullanmaz. Hayvan ,içinde yayla rahatlığı söz konusudur. Hem bağdan kurtuluş hem de açık alanda dolaşma ve nefes almaktır.

                        Rahmetli annem anlata anlata yayla günlerini bitiremezdi. Bir anısını şöyle anlatmıştı. “Yıl 1950, on üç, on dört yaşındayım. Babam öğretmen olduğundan görev yaptığı köydeydi. Nisan ayının sonuydu. Büyük annemle beraber yaylaya gidecektim. Yedi- sekiz ineğimiz vardı. Büyükannem akşamdan yaylaya gidecek olan ineklerin çıngıraklarını renkli iplerle hazırladı. Birkaç parça eşyayla birlikte, azığımızı alarak sabaha karşı yola çıktık.

Eski Erzurum yolunu kullandık. İnekler önden, biz arkadan yürümeye başladık. Büyükannem, arada bir hayvanları geçen arabalardan korumak için sürekli ikaz ediyordu. Hava karanlıktı,

 gün henüz açmamıştı. İkide bir arkama bakarak, başka yaylacı geliyor mu,  diye bakıyordum. Hamsiköy’e vardığımızda gün, dağların tepelerinden eteklerine doğru akıyordu. Büyükannem, bana dönerek; ‘şu ilerde biraz dinlenelim. Azığımızı da yeriz.’ Dedikten sonra hızlı adımlarla,işaret ettiği yere doğru gittim.

Biz  yemeğimizi yerken, hayvanlarda, buldukları otlarla karınlarını doyurmaya çalıştı.

Gürgenağaçtan geçip, Kiraz yaylasının yoluna girdik. Önümüzde başka yaylacı gruba vardı. Onlara yetişmiştik. Bizden sonra gelen yaylacı grubu da, dayımlardı. Yayla yolu bir anda kalabalıklaştı. Güle oynaya yaylaya vardık.  

Yaylaya varıştan sonra herkes kendi evine doğru yol aldı. Kırılan çitler, çöken damlar onarılmaya başlandı.

Büyükannem ve ben de, kırılan çitlerimizi onarmaya başladık. Uzun ve yorucu günün gecesinde sabaha kadar uyudum. Sabah erken, inekler yaylıma bizde yarım kalan onarım işlerine başladık. Azığımız birkaç gün içerisinde tükendi. Büyükannem, babama haber göndermek için bir hayli uğraştı. Bu arada sadece kuru ekmek ve inek sütü içerek hayatta kaldık.”