DUYGU KARAHASANOĞLU


         GEZİ NOTLARINDAN (2)

  Geçen hafta gezi notlarının birincisini siz değerli okurlarımla paylaşmıştım.


                                      GEZİ NOTLARINDAN (2)

 

                             Geçen hafta gezi notlarının birincisini siz değerli okurlarımla paylaşmıştım. Bu hafta  gezi notlarının ikincisini paylaşacağım.

                             Adana’nın geniş caddelerinden geçen otobüs, Tarsus’a doğru ilerledi. Yazdan kalma bir gündü. Güneş ışınları otobüsün  pencerelerinden arsızca içeri girdi.  Yakıcı ışınlar rahatsız etse de Karadeniz’in rutubetli ve yağışlı havasını hatırlayınca, kimse güneşin yakıcılığından şikayetçi olmadı.

                            Çukurova’nın düzlüğü otobüsün kaymak gibi yol almasına zemin  hazırlar gibiydi. Bazen yüksek katlı, bazen de iki katlı evlerin arasından ilerleyerek Tarsus’a doğru yol almayı sürdürdük.

                           Gezinin bu seferki durağı, Tarsus Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Orhan Aydın’ı ziyaret etmek oldu. Daha önce Trabzon’da görev yaptığından ziyaret edilmesine karar verilmişti. Prof Dr. Orhan Aydın bizleri kapıda karşıladı. Toplantı salonunda ağırlayarak çay ikramında bulundu. Ziyaretin sonunda her gazeteciye kitap hediye ederek, kapıya kadar geçirdi.

                            Tarsus, eski yerleşim olma özelliğini hiç kaybetmedi. Bir çok uygarlıklar bu topraklarda hüküm sürdü. Tarsus evleri, Pavlus’un su kuyusu, Makamı Danyal Camii, Kırk kaşık bedestenini, gezdikten sonra Mersin’e doğru yol aldık.

Mersin’de öğle yemeği yemek için otobüsle sokaklarda bir hayli dolaştık. Meşhur Mersin tantunisini yemeden gitmek olmazdı. 

Fazla lüks olmayan lokantanın önünde otobüs durdu. Bahçeye atılan masaları gözden geçiren gazeteciler, kendilerine göre uygun yer bulup oturdu. Kimi dürüm, kimi de tabakta tantuniyi  tercih etti.

                            Mersin’in kalabalık caddesinden geçerek, Silifke’ye doğru ilerledik. Otobüsün içinde Cennet, Cehennem obruklarını görmek isteyenlerin sayısı bir hayli fazlaydı. Saat yelkovanları bizi beklemiyordu. Hızla dönüyor, vakit ilerliyordu.  

Rehberimiz Abdülhamit ziyaretin uzun sürmemesi gerektiğini her fırsatta söylemeyi ihmal etmedi. Çünkü Nevşehir’e gidecektik. Bunun için zamanı iyi kullanmalıydık.

Silifke’yi gün batarken, geçtik. Cennet Cehennem obruklarına vardığımızda mesai çoktan bitmişti. Neyse ki, Cansel kardeşim, Trabzon’da daha önce görev yapan hemşerimiz Ali beyi aradı. (Ankara Kültür ve Turizm Müdürü) olumlu yanıt alınca, bizlerde Cennet Cehennem obruğunu görme fırsatı bulduk.          

                             Akdeniz kentlerini arkamızda bırakarak, gecenin karan lığında İç Anadolu’ya doğru ilerlemeye başladık. Gelip geçen araçların farları gibi bizim otobüsün de farları açıktı. Kentlerin üzerine çoktan karanlık çökmüştü. Evlerde yaşayanların her birinin farklı hikayesi vardı. Onların yaşamlarının ne şekilde olduğunu bilmesem de, kendime göre onlara bir yaşantı yaptım.

Ne zaman elime kalemi alsam, dünyadaki insanların nasıl bir yaşam sürdüğünü merak eder ve onlara bir yaşam hikayesi yazarım.  Biz dünyalıyız, hayatlarımız farklı görünse de, aslında aynı hayat içerisindeyiz.  Doğum, yaşam ve ölüm!.

                                Otobüs, ağır ağır yol almaya devam etti. Günün yorgunluğu her birimizin üzerine  çöktü. Nevşehir’in ıssız karanlık caddesine girdiğimizde rehberimiz Abdülhamit uygun yerde inmek istediğini söyledi. Yarın buluşmak dileğinden sonra otobüsten indi. Kalacak olduğumuz Avanos’ta ki otele vardığımızda saat yelkovanları 23.00’ü gösteriyordu.  Büyük otelin içine girdiğimizde garip bir müzik bizi karşıladı. Odasını öğrenen gazeteci arkasına bakmadan asansöre binip gitti.

                                    

                     Haftaya kaldığımız yerden gezi notlarına devam