Fatma Karahasanoğlu


ANTİKACI

ANTİKACI


                                         ANTİKACI 

 

                 Adamın biri antika işiyle uğraşıyormuş. Dünyayı karış karış gezen antikacı, ilgisini çeken ne varsa alıp, koleksiyonuna katarmış.

Antikacı, karlı bir havada yola çıkar. Kar ve tipi yolaukapatır. Araç daha gitmez. Durduğu yerde kalır. Antikacı, araçtan iner. Ne tarafa gideceğine karar veremez. Bir müddet yol aldıktan sonra olduğu yere düşer.

O sırada yaşlı adam, antikacıyı karların arasında görür. Yanına giderek, donmak üzere olan adamı  kulübeye götürür.

Antikacı sobanın etrafında sandalyeleri görür görmez gözleri fal taşı gibi açılır.  Yaşlı adam, ?bugün  sobayı yakmadım. Ama yatağını yün yorganla hazırladım. Yatınca ısınırsın.?

Antikacı,  yatar fakat bir türlü uyuyamaz. Gözleri açılıp kapanır. Aklından sandalyeleri geçirir. ?nasıl onları alabilirim. Eskidiklerini söyler, yenileriyle değiştirebilirim, derim. Yada hiç ona görünmeden sandalyeleri alabilirim.? Düşünür.

Yarı uyanık yarı uykulu derken sabah olur.  Yaşlı adamın, tahta parçalarını kırdığını duyar. Zor da olsa gözlerini açar. Sandalyeleri gözleriyle arar fakat görmez.  Antikacı sandalyelerin ne olduğunu sorar. Yaşlı adam, ?biz misafirimizi üşütecek değildik. Onları kırdım, sobayı yaktım?

                Kurduğunuz hayaller  bazen kırılıp, yok olur.  Kendinizi farklı hayallere kaptırdığınızda karşılaştığınız  olaylar karşısında düş kırıklığı yaşamanız mümkündür.  Özellikle size ait olmayanlar üzerine hayal kurmak her zaman yanıltıcı olur. Çölde seraba benzer. 

                                                                 ***

                 1914 yılında Avustralya´nın ?Silver City? şehrine yerleşmiş iki Osmanlı orada çalışarak hayatlarını kazanmaktadırlar. Çanakkale Savaşı sırasında Halife´lerinin İngilizlere karşı Sancak-ı Şerifi çıkardığını ve bütün Müslümanları cihâda çağırdığını öğrenirler. Bu sırada Çanakkale cephesine gönderilmek üzere Avustralya´dan asker toplanmaktadır.

Bu iki genç, şehrin valisine çıkarak şöyle derler:

 ?Halifemiz size karşı harp ilân etmiş. Bizim de buna icâbet etmek vazifemizdir. Fakat biz sizin bu kadar zamandır ekmeğinizi yedik. Bırakın gidelim. Sizinle cephede savaşalım. Burada size karşı bir harekette bulunmayı nankörlük sayıyoruz.? Vali gülmüş ve onları reddetmiş:

?Bizi tehdit mi ediyorsunuz? Haddinizi bilin, edebinizle oturun yerinizde!? Bizimkiler de:

?Eh ne yapalım, bizden günah gitti? diye söylenerek uzaklaşmışlar.

Hemen neleri varsa hepsini satmışlar. İki makinalı tüfekle bol cephane edinmişler. Sonra?

Sonra da Çanakkale´ye gönderilmek üzere limana sevk edilecek olan Anzak askerlerini taşıyan trenin geçeceği dar bir boğaza gidip mevzilenmişler. Namazlarını kılıp helâllaştıktan sonra, kazdıkları siperlere yerleşmişler.

Üzerinde elde dikilmiş bir Osmanlı bayrağının dalgalandığı bu siperlerin hizasına gelince, raylar üzerine yığılan taşlar treni durdurmuş ve o tren, yedi yüz anzak askerini ölü ve yaralı olarak orada bırakmak zorunda kalmış.

Etraftaki tepelerde kalabalık Osmanlı kuvveti arayan düşman, bütün bu savaşı verenin sadece iki şehid kahraman olabileceğine çok zor inanmış. Neredeyse bizim bugünkü aydınlarımız kadar gâfil olan ve İslâm´ın gönüllerdeki hâkimiyetini bilemeyen İngiliz valiye de o iki kahramanın naaşlarını selâmlamaktan başka yapacak bir şey kalmamış.