Orhan Kemal (1914-1970)

Orhan Kemal (1914-1970)

Orhan Kemal (1914-1970)

 

Orhan Kemal (1914-1970)

 

                 Mehmet Raşit Öğütçü veya kullandığı adıyla Orhan Kemal (15 Eylül 1914, Adana - 2 Haziran 1970, Sofya), toplumcu gerçekçi, Türk romancısı ve oyun yazarı. 
15 Eylül 1914'te Adana'nın Ceyhan ilçesinde dünyaya geldi. Babası, o sırada Çanakkale cepheside, Dardanos'ta topçu teğmeni olan avukat Abdülkadir Kemali Bey, annesi ise rüştiye mezunu, iki yıl kadar memleketinde ilkokul öğretmenliği yapmış Adanalı Azime Hanım'dır. 
Çocukluğunun ilk yılları Adana’da geçti. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Adana’nın Fransız işgaline uğraması üzerine ailesi ile önce Niğde'ye, sonra Konya'ya taşındı. Konya’da bulunduğu dönemde Kuvay-ı Milliyet hareketine karşı Delibaş isyanına tanıklık etti. 

Kuvay-ı Milliye güçlerine katılmış olan babası; isyanın bastırılmasından sonra TBMM'ye Kastamonu milletvekili olarak girdi. Ankara'ya taşınan aile, 1923'te Adana'ya döndü. Ceyhan’da çiftçilikle uğraşmaya başlayan babası Toksöz gazetesini çıkardı. 
Takrir-i Sükûn Kanunu’nun ardından pek çok gazete ile birlikte Toksöz de kapatıldı ve Abdülkadir Kemali Bey 11 ay tutuklu kaldı. 1930’da Adana'da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kuran Abdülkadir Bey, Ahali adlı gazeteyi çıkardı. 
Babasının aktif siyaset yaşamı içinde olmasına rağmen Orhan Kemal bu yıllarda siyaset ile ilgilenmedi. Abdülkadir Bey, Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kendini fesh etmesinden sonra partisini kapatıp Suriye'ye kaçtı. 1931'de bütün aile Beyrut'a yerleşti. 
            1949'da babasını kaybetti ve aynı yıl doğan çocuğuna babasının adını verdi ve doğumdan sonra ailesiyle İstanbul'a yerleşti. Hayatının geri kalanında geçimini kitap, makale, film senaryosu yazarak sağladı. 1952'de yayımladığı Murtaza ve Cemile romanları ile edebiyatçı olarak ünü yayıldı. 
1954 yılında Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanı ile topraksız tarım işçilerinin dramını edebiyat dünyasına taşıdı.Aynı yıl 72. Koğuş’u yazmaya başladı. 1957'de dördüncü çocuğu Işık doğdu. 
1958'de Sait Faik Hikaye Armağanı'nı Kardeş Payı adlı öyküsü ile aldı. Sinema senaryoları yazsa da çoğu sansürden geri dönmekteydi. O da senaryoları İlhan F. Demir, Yıldız Okur imzalarıyla kaleme aldı.1964’de Devlet Kuşu romanına dayanılarak uyarlanan İspinozlar oyunu ile ilk kez tiyatroya adım attı. 
İstanbul Şehir Tiyatroları'nda sahnelenen oyun iki buçuk ay sonra bilinmeyen bir nedenle kaldırıldı.1965 yılında Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl"adlı anı kitabını yayımladı. Aynı yıl yayımlanan Bir Filiz Vardı adlı romanı ile otobiyografik romana döndü. 
1960 yılında tanışıp duygusal bir ilişkiye girdiği ancak ilişkilerinin ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra ayrılmak zorunda kaldığı son aşkını anlattı. 
1966'da "hücre çalışması ve komünizm propagandası" yaptıkları gerekçesi ile iki arkadaşı ile birlikte tutuklandı. "Suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı" yolundaki bilirkişi raporu üzerine bir ay sonra serbest bırakıldı. Kimi romanlarını oyun olarak tekrar kaleme alan yazar, 1967'de 72. Koğuş romanını oyunlaştırdı. 
Eser, Ankara Sanat Tiyatrosu tarafından sahnelendi. Orhan Kemal, bu oyunu ile Ankara Sanatseverler Derneği tarafından en iyi oyun yazarı seçildi. 1969'da Türk Dil Kurumu Ödülü'nü ve Sait Faik Hikaye Armağanı'nı Önce Ekmek adlı kitabı ile aldı. 
Cezaevi yılları ve ilk hikayeleri 
1938'de askerliğini yapmak üzere Niğde'ye gitti. Askerliğini yaparken "Maksim Gorki ve Nazım Hikmet kitapları okumak", "yabancı rejimler lehinde propaganda ve isyana muharrik" suçundan 5 yıl hapis cezasına mahkûm edildi ve Kayseri Hapishanesi’ne gönderildi. 
İlk şiirini Kayseri hapishanesi’nde yazdı. Duvarlar adlı şiiri Yedigün dergisinde Reşat Kemal imzası ile yayımlandı. 
Babası Abdülkadir Kemali Bey, sekiz yıllık sürgünün ardından 1939 yılında Adana'ya döndü. Babasının girişimi ile önce Adana Cezaevi'ne, onun Bergama Ağır Ceza Reisliğine atanmasından sonra Bursa Cezaevi'ne nakledildi. 
1940'ta, Bursa Cezaevi'nde ünlü şair Nazım Hikmet ile tanıştı. Onun toplumcu görüşlerinden etkilendi. Üç buçuk yıl Nazım Hikmet’le oda arkadaşlığı yapan Orhan Kemal, kendisinden Fransızca, felsefe ve siyaset dersleri aldı. Orhan Kemal'i şiir yerine roman ve öykü yazmaya teşvik eden de Nazım Hikmet oldu. 
İlk düzyazı denemesi olan Onsekiz Yaş adlı romanını Nazım Hikmet'in yardımı ile Bir çalışma olarak yazdığı ancak yayımlamadığı bu romanın ardından öykü yazmaya yöneldi. 
İlk öykülerini Bacaksız Orhan takma adıyla yayımladı. 1940 yılında Yeni Edebiyat dergisinde çıkan Balık, onun yayımlanan ilk öyküsüdür. İlk kez 1943'te İkdam gazetesinde "Asma Çubuğu" öyküsünde Orhan Kemal adını kullandı. Panait Istrati ve Maksim Gorki öykülerinden etkilendi. Hayatın içinden basit konuları, samimi bir dille anlattı. 
Ölümü 
Bulgar Yazarlar Birliği'nin çağrısı üzerine gittiği 1970 yılında Sofya'ya gitti. Asıl amacı babaannesinin soyunun bulunduğu yerleri gezip not almak ve "93'ten Bu Yana" adıyla ailesinin hikayesini yazmaktır. 
Ancak bu isteğini gerçekleştiremedi. Geçirdiği bir beyin kanaması nedeniyle tedavi görmekte olduğu hastanede 2 Haziran 1970'te öldü. 
Cenazesi özel bir araba konvoyuyla birlikte 5 Haziran 1970'te yurda getirildi; Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi. 

Öyküleri 
Duygu (1948) 
Menevşe (1948) 
Ekmek Kavgası (1949) 
Pezevenkler (1950) 
Sarhoşlar (1951) 
Çamaşırcının Kızı (1952) 
72. Koğuş (1954) 
Grev (1954) 
Arka Sokak (1956) 
Kardeş Payı (1957) 
Babil Kulesi (1957) 
Dünya'da Harp Vardı (1963) 
Mahalle Kavgası (1963) 
İşsiz (1966) 
Önce Ekmek (1968) 
Küçükler ve Büyükler (1971, ölümünden sonra) 

Romanları 
Baba Evi (1949) 
Avare Yıllar (1950) 
Murtaza (1952) 
Cemile (1952) 
Bereketli Topraklar Üzerinde (1954) 
Suçlu (1957) 
Devlet Kuşu (1958) 
Vukuat Var (1958) 
Dünya Evi (1958) 
Gavurun Kızı (1959) 
Küçücük(1960) 
El Kızı (1960) 


Oyun 
İspinozlar (1965) 
72. Koğuş (1967) 
Murtaza (1969) 
Eskici Dükkânı (1972) 
Kardeş Payı (1968)

 

 

 

Bir Cezaevinde Tecritteki Adamın Mektupları

Şair: Nazım Hikmet

I

Senin adını 
kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım.
Malum ya, bulunduğum yerde
ne sapı sedefli bir çakı var,
(bizlere âlâtı-katıa verilmez),
ne de başı bulutlarda bir çınar.
Belki avluda bir ağaç bulunur ama
gökyüzünü başımın üstünde görmek
bana yasak...
Burası benden başka kaç insanın evidir?
Bilmiyorum.
Ben bir başıma onlardan uzağım,
hep birlikte onlar benden uzak.
Bana kendimden başkasıyla konuşmak 
yasak.
Ben de kendi kendimle konuşuyorum.
Fakat çok can sıkıcı bulduğumdan sohbetimi
şarkı söylüyorum karıcığım.
Hem, ne dersin,
o berbat, ayarsız sesim
öyle bir dokunuyor ki içime
yüreğim parçalanıyor.
Ve tıpkı o eski
acıklı hikâyelerdeki
yalnayak, karlı yollara düşmüş, yetim bir çocuk gibi bu yürek,
mavi gözleri ıslak
kırmızı, küçücük burnunu çekerek
senin bağrına sokulmak istiyor.
Yüzümü kızartmıyor benim
onun bu an
böyle zayıf
böyle hodbin
böyle sadece insan
oluşu.
Belki bu hâlin
fizyolojik, psikolojik filân izahı vardır.
Belki de sebep buna
bana aylardır
kendi sesimden başka insan sesi duyurmayan
bu demirli pencere
bu toprak testi
bu dört duvardır...

Saat beş, karıcığım.
Dışarda susuzluğu
acayip fısıltısı
toprak damı
ve sonsuzluğun ortasında kımıldanmadan duran
bir sakat ve sıska atıyla,
yani, kederden çıldırtmak için içerdeki adamı
dışarda bütün ustalığı, bütün takım taklavatıyla
ağaçsız boşluğa kıpkızıl inmekte bir bozkır akşamı.

Bugün de apansız gece olacaktır.
Bir ışık dolaşacak yanında sakat, sıska atın.
Ve şimdi karşımda haşin bir erkek ölüsü gibi yatan
bu ümitsiz tabiatın
ağaçsız boşluğuna bir anda yıldızlar dolacaktır.
Yine o malum sonuna erdik demektir işin,
yani bugün de mükellef bir daüssıla için
yine her şey yerli yerinde işte, her şey tamam.
Ben,
ben içerdeki adam
yine mutad hünerimi göstereceğim
ve çocukluk günlerimin ince sazıyla
suzinâk makamından bir şarkı ağzıyla
yine billâhi kahredecek dil-i nâşâdımı
seni böyle uzak,
seni dumanlı, eğri bir aynadan seyreder gibi
kafamın içinde duymak...

II

Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar.
Dışarda, bozkırın üstünde birdenbire
taze toprak kokusu, kuş sesleri ve saire...
Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar,
dışarda bozkırın üstünde pırıltılar...
Ve içerde artık böcekleriyle canlanan kerevet,
suyu donmayan testi
ve sabahları çimentonun üstünde güneş...
Güneş,
artık o her gün öğle vaktine kadar,
bana yakın, benden uzak,
sönerek, ışıldayarak
yürür...
Ve gün ikindiye döner, gölgeler düşer duvarlara,
başlar tutuşmaya demirli pencerenin camı :
dışarda akşam olur,
bulutsuz bir bahar akşamı...
İşte içerde baharın en kötü saati budur asıl.
Velhasıl
o pul pul ışıltılı derisi, ateşten gözleriyle
bilhassa baharda ram eder kendine içerdeki adamı
hürriyet denen ifrit...
Bu bittecrübe sabit, karıcığım,
bittecrübe sabit...

III

Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...

 

 

 

 

Bir Cezaevinde Tecritteki Adamın Mektupları

Şair: Nazım Hikmet

I

Senin adını 
kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım.
Malum ya, bulunduğum yerde
ne sapı sedefli bir çakı var,
(bizlere âlâtı-katıa verilmez),
ne de başı bulutlarda bir çınar.
Belki avluda bir ağaç bulunur ama
gökyüzünü başımın üstünde görmek
bana yasak...
Burası benden başka kaç insanın evidir?
Bilmiyorum.
Ben bir başıma onlardan uzağım,
hep birlikte onlar benden uzak.
Bana kendimden başkasıyla konuşmak 
yasak.
Ben de kendi kendimle konuşuyorum.
Fakat çok can sıkıcı bulduğumdan sohbetimi
şarkı söylüyorum karıcığım.
Hem, ne dersin,
o berbat, ayarsız sesim
öyle bir dokunuyor ki içime
yüreğim parçalanıyor.
Ve tıpkı o eski
acıklı hikâyelerdeki
yalnayak, karlı yollara düşmüş, yetim bir çocuk gibi bu yürek,
mavi gözleri ıslak
kırmızı, küçücük burnunu çekerek
senin bağrına sokulmak istiyor.
Yüzümü kızartmıyor benim
onun bu an
böyle zayıf
böyle hodbin
böyle sadece insan
oluşu.
Belki bu hâlin
fizyolojik, psikolojik filân izahı vardır.
Belki de sebep buna
bana aylardır
kendi sesimden başka insan sesi duyurmayan
bu demirli pencere
bu toprak testi
bu dört duvardır...

Saat beş, karıcığım.
Dışarda susuzluğu
acayip fısıltısı
toprak damı
ve sonsuzluğun ortasında kımıldanmadan duran
bir sakat ve sıska atıyla,
yani, kederden çıldırtmak için içerdeki adamı
dışarda bütün ustalığı, bütün takım taklavatıyla
ağaçsız boşluğa kıpkızıl inmekte bir bozkır akşamı.

Bugün de apansız gece olacaktır.
Bir ışık dolaşacak yanında sakat, sıska atın.
Ve şimdi karşımda haşin bir erkek ölüsü gibi yatan
bu ümitsiz tabiatın
ağaçsız boşluğuna bir anda yıldızlar dolacaktır.
Yine o malum sonuna erdik demektir işin,
yani bugün de mükellef bir daüssıla için
yine her şey yerli yerinde işte, her şey tamam.
Ben,
ben içerdeki adam
yine mutad hünerimi göstereceğim
ve çocukluk günlerimin ince sazıyla
suzinâk makamından bir şarkı ağzıyla
yine billâhi kahredecek dil-i nâşâdımı
seni böyle uzak,
seni dumanlı, eğri bir aynadan seyreder gibi
kafamın içinde duymak...

II

Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar.
Dışarda, bozkırın üstünde birdenbire
taze toprak kokusu, kuş sesleri ve saire...
Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar,
dışarda bozkırın üstünde pırıltılar...
Ve içerde artık böcekleriyle canlanan kerevet,
suyu donmayan testi
ve sabahları çimentonun üstünde güneş...
Güneş,
artık o her gün öğle vaktine kadar,
bana yakın, benden uzak,
sönerek, ışıldayarak
yürür...
Ve gün ikindiye döner, gölgeler düşer duvarlara,
başlar tutuşmaya demirli pencerenin camı :
dışarda akşam olur,
bulutsuz bir bahar akşamı...
İşte içerde baharın en kötü saati budur asıl.
Velhasıl
o pul pul ışıltılı derisi, ateşten gözleriyle
bilhassa baharda ram eder kendine içerdeki adamı
hürriyet denen ifrit...
Bu bittecrübe sabit, karıcığım,
bittecrübe sabit...

III

Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...

 

 

Bir Ayrılış Hikayesi

Şair: Nazım Hikmet

Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya
çıldırasıya...
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,
yüzde hudutsuz kere yüz...
Kadın erkeğe dedi ki:
-Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana..
Ve ben artık
biliyorum:
Toprağın -
yüzü güneşli bir ana gibi -
en son en güzel çocuğunu emzirdiğini..
Fakat neyleyim
saçlarım dolanmış
ölmekte olan parmaklarına
başımı kurtarmam kabil
değil!
Sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak..
Sen
yürümelisin,
beni bırakarak...
Kadın sustu.
SARILDILAR
Bir kitap düştü yere...
Kapandı bir pencere...
AYRILDILAR...

 

 

http://siir.sitesi.web.tr/images/spacer.gif

O Mavi Gözlü Bir Devdi

Şair: Nazım Hikmet

O mavi gözlü bir devdi. 
Minnacık bir kadın sevdi. 
Kadının hayali minnacık bir evdi, 
bahçesinde ebruliii 
hanımeli 
açan bir ev. 
Bir dev gibi seviyordu dev. 
Ve elleri öyle büyük işler için 
hazırlanmıştı ki devin, 
yapamazdı yapısını, 
çalamazdı kapısını 
bahçesinde ebruliiii 
hanımeli 
açan evin. 

O mavi gözlü bir devdi. 
Minnacık bir kadın sevdi. 
Mini minnacıktı kadın. 
Rahata acıktı kadın 
yoruldu devin büyük yolunda. 
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve, 
girdi zengin bir cücenin kolunda 
bahçesinde ebruliiii 
hanımeli 
açan eve. 

Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev, 
dev gibi sevgilere mezar bile olamaz: 
bahçesinde ebruliiiii 
hanımeli 
açan ev..

 

 


 

http://siir.sitesi.web.tr/images/spacer.gif

Karlı Kayın Ormanında

Şair: Nazım Hikmet

Karlı kayın ormanında 
yürüyorum geceleyin. 
Efkârlıyım, efkârlıyım, 
elini ver, nerde elin? 

Ayışığı renginde kar, 
keçe çizmelerim ağır. 
İçimde çalınan ıslık 
beni nereye çağırır? 

Memleket mi, yıldızlar mı, 
gençliğim mi daha uzak? 
Kayınların arasında 
bir pencere, sarı sıcak. 

Ben ordan geçerken biri: 
'Amca, dese, gir içeri.' 
Girip yerden selâmlasam 
hane içindekileri. 

Eski takvim hesabıyle 
bu sabah başadı bahar. 
Geri geldi Memed'ime 
yolladığım oyuncaklar. 

Kurulmamış zembereği 
küskün duruyor kamyonet, 
yüzdüremedi leğende 
beyaz kotrasını Memet. 

Kar tertemiz, kar kabarık, 
yürüyorum yumuşacık. 
Dün gece on bir buçukta 
ölmüş Berut, tanışırdık. 

Bende boz bir halısı var 
bir de kitabı, imzalı. 
Elden ele geçer kitap, 
daha yüz yıl yaşar halı. 

Yedi tepeli şehrimde 
bıraktım gonca gülümü. 
Ne ölümden korkmak ayıp, 
ne de düşünmek ölümü. 

En acayip gücümüzdür, 
kahramanlıktır yaşamak: 
Öleceğimizi bilip, 
öleceğimizi mutlak. 

Memleket mi, daha uzak, 
gençliğim mi, yıldızlar mı? 
Bayramoğlu, Bayramoğlu, 
ölümden öte köy var mı? 

Geceleyin, karlı kayın 
ormanında yürüyorum. 
Karanlıkta etrafımı 
gündüz gibi görüyorum. 

Şimdi şurdan saptım mıydı, 
şose, tirenyolu, ova. 
Yirmi beş kilometreden