Muzaffer Ozek (d. 1916, İstanbul - ö. 13 Şubat 1985, İstanbul),

Muzaffer Ozek (d. 1916, İstanbul - ö. 13 Şubat 1985, İstanbul),

Muzaffer Ozek (d. 1916, İstanbul - ö. 13 Şubat 1985, İstanbul),

Muzaffer Ozek (d. 1916, İstanbul - ö. 13 Şubat 1985, İstanbul), 

 

  Muzaffer Özek Aşkî mahlasıyla da bilinen Türk vâizsahafmüezzinmutasavvıf ve Halvetiyye'ninCerrâhiyye şubesinin 19'uncu postnişîni.

Hayatı

İstanbul'un Fatih ilçesinin Karagümrük semtinde doğdu. Babası Konyalı Hacı Mehmed Efendi, annesi Ayşe Hanım'dır. Babası küçük yaşta vefât edince yetim kaldı. İlk tahsilini babasının medrese arkadaşı Abdurrahman Sâmî Saruhânî'nin himâyesinde yaptı. Fatih Camii Başimamı Mehmed Râsim Efendi'den Kur'ân-ı Kerîm ve tecvid, Gümülcineli Açıkbaş Mustafa Efendi'den Arapça dersleri aldı. Kamil AkdikNûri Korman ve İsmail Hakkı Altunbezer'inGüzel Sanatlar Akademisi'ndeki hat ve tezyinat derslerine dinleyici olarak katıldı.

İstanbul'da Ali Yazıcı, Soğanağa ve Karagümrük'te Kefeli Camii'nde müezzinlik yaptı. Kefeli Camii imamı Şâkir Efendi'den sahaflık sanatını öğrendi. Daha sonra Beyazıt Camii'ne müezzin olarak tayin edildi. Buradaki görevinden sonra Vezneciler'de Camcı Ali Camii'ne, orası yıkılınca da Kapalı Çarşı Camii'nde tayin oldu.

1936'da askere çağırıldığı için hem kendisine hem de annesine harçlık bulma amacıyla Fatih Camii avlusunda kitap satmaya başladı. Ardından Sahaflar Çarşısı'nda peyder pey ödemek üzere bir dükkânı 150 liraya devraldı. Askerlik hizmeti için dükkânı öylece bırakıp 1941'de askere gitti. Döndükten sonra sahaflığa devam etti. Ozak ayrıca "Sahaflar Şeyhi" olarak anılmaktaydı.

Ozak birçok Avrupa ülkesi ve ABD'de dervişleriyle birlikte yaptığı toplu zikirleriyle tanındı. Yaşadığı dönemin dervişleri tarafından "Efendi" sanıyla anılan Ozak, yazdığı ilahilerde "Aşkî" mahlasını kullanmaktaydı. Allah Hû Allah ilahisi de tanınırlığını etkiledi.

Ozak'ın Kuzey Amerika'daki en önde gelen müridleri ve halefleri Tosun BayrakLex Hixon ve Philippa de Menil idi Ozak'ın ölümünün ardından tarikat, Nur Aşkı Cerrahi Sufi Tarikatı ve Amerika Cerrahi Tarikatı olarak ikiye bölündü; ilki daha "evrenselci" bir yönelimi yansıtırken, ikincisi daha "geleneksel" bir yönelim gösteriyordu. Şeyh Muzaffer, Halveti-Cerrahi Tarikatını ayırma niyetinde olmadığını gösterirken, öğretilerinin farklı yorumlarını bilinçli bir şekilde teşvik etti. Dahası, gelenekçilerin daha muhafazakar ama yine de meşru bakış açısı yerine mesajının daha uyumlu yorumlarını benimsemeye başladı.

 Şeyh Muzaffer'in en büyük hayali, Vahdet-i İlahiye zikrindeki sırları insanlıkla paylaşmaktı. 12 Şubat 1985'te İstanbul'da vefat etti

Ozak'ın Büyük Şeyh olarak selefi, 1914'ten 1966'ya kadar tarikatın 18. Büyük Şeyh'i olan İbrahim Fahreddin idi (1885–1966). Büyük Şeyh olarak ardından gelen halefi, 1985'ten 1999'a kadar tarikatın 20. Büyük Şeyhi olan Safer Dal'dı (1926–1999). Ozak'ın Türkiye'deki en önde gelen müridi ve halefi, 1999'dan beri Halveti-Cerrahi Tarikatı'nın 21. Büyük Şeyhi olan ve İstanbul'un Fatih ilçesinde bulunan üç yüz yıllık tekkelerinden cemaatin faaliyetlerini yönlendiren Şeyh Ömer Tuğrul İnançer idi (1946–2022).

 

 

Üç Şehzade Öyküsü

Bir padişahın üç oğlu vardı. Hepsi de birbirinden eliaçık, korkusuz ve anlayışlı idi. Ülkeyi tanımak için bir geziye çıkmak istediler. Ülkenin işlerini düzene koymak için her yeri gezeceklerdi. Vedalaşırken babaları dedi ki,

‘nereye gitmek isterseniz gidin, ama sakın Akıl-Kapan adlı kaleye gitmeyin. O kalenin her yeri güzel resimlerle, süslemelerle doludur. Ama Yusuf’un aklını almak için Züleyha’nın odası da öyle süslüydü. Sakın oraya gitmeyin, yoksa büyük bir bela sizi bulur.’

Şehzadelerin merağı uyanmıştı. Babalarına gitmeyeceklerine dair söz verdiler, ama ‘İnşallah’ demediler. Böylece yasak kaleye doğru yola çıktılar. Kaleye vardıklarında, kaleyi gezdiler ve kaledeki süslemelere, resimlere hayran kaldılar. Sonra Çin padişahının kızının resmini gördüler. Üçü de kızın güzelliğine hayran kaldılar, ona aşık oldular. Hemen onu bulmak için yollara düştüler. Ama kızın babası çok kıskançdı, hiç kimseyi kıza yaklaştırmıyordu. Şehzadeler oturup ağladılar. Sonra büyük kardeş, ‘herkese sabır tavsiye ederdik. Oysa şimdi halimize bakın. şimdi sabır sırası bizde’ dedi.

Böylece üç şehzade başkalarına yaptıkları kılavuzluğu bu durumda kendilerine uyguladılar. Derhal yola koyulup, herşeyi arkada bırakıp Çin’i dolaşmaya başladılar.

Sırlarını hiç kimseye açmadan aşklarının izini sürüyorlardı. Bir süre sonra artık büyük kardeş dayanamayıp kendisini Çin padişahına tanıtmaya karar verdi. ‘Gücüm kalmadı, ayrılık bana yetti, bu yolda ölürsem öleyim’ dedi.

‘Yapma, kendini bile bile tehlikeye atma’ diye uyarmaya çalıştı diğer ikisi, ama onun sabrı tükenmişti artık. Sonunda padişahın kapısına vardı. padişahın yardımcılarına derdini anlatmaya başladı. Padişah da sezgileri güçlü biriydi. Onun yanında olmasa bile, zaten derdi ilk bakışta hisseden yüce bir kişiydi. Yardımcıları durumu padişaha ilettiler, o da şöyle dedi,

‘bu delikanlı hangi ülkeyi isterse ona verin, arkasında bıraktığı mal mülk neyse onun yirmi mislisini bağışlıyorum ona.’

Oysa delikanlı kulluk uğruna padişahlığı bırakıp gitmişti zaten. Sufi aşka gelip çoştuktan sonra hırkasını atar da, sonra tekrar o hırkayı alır mı hiç?

Kendisi padişahı avlamaya niyetlenirken padişahın armağanları, lütufları onu avladı. Delikanla hep sustu, ama gönlü padişahla sürekli sohbet ediyordu. Herşeyin gizli bir anlama doğru ilerlediğini farketti. ‘Öyleyse beni bukadar kendine çeken suretin hikmeti nedir?’ diye düşündü.

Padişahın kapısında gördüğü iltifat, güneşin karşısındaki ay gibi eritti onu. Zaman geçti, delikanlının muradı padişahın kapısında muradına ermeden akıp gitti. Sevgilinin sureti ondan gizlendi. O, bedenden soyundu, sevgili, suretten soyundu.

Bu arada küçük şehzade de hasta olmuştu. Büyüğün cenazesine sadece ortanca kardeş katılabildi. Padişah bu sefer onu ağırladı, ‘sen ondan bir armağansın bize’ dedi. bu sefer o delikanlı ayrılık ateşiyle yanan bedeninde bambaşka bir ateş hissetti. Nice sırlar gözünün önünde açıldı, canı bedenden kurtuldu, ‘daha yok mu?’ diye sesleniyordu. Padişahın gönlünden şehzadeye nice sırlar akıyordu. Ne var ki bir süre sonra şehzadede bir boşvermişlik duygusu belirdi. Zamanla bu, azgınlığa dönüştü. ‘Ben de bir padişahım, niye kendimi ona teslim ediyorum ki?’ diyordu.

Onun bu şükürsüz hali, padişahı çok üzdü. Padişahın kalbindeki dert ona da ulaşınca, sarhoşluktan uyandı, kendine geldi. Gördü ki benlik zehiri içini kaplamış, Adem gibi uzaklaşmış cennetten. Ağlayıp, tövbeler etti. Nefsine teslim olunca, bir yıl sonra o da öldü. ‘Öldüren de kendisi, ölen de’ dedi padişah. Böylece üç şehzade içinde en tembeli olan sureti de kaptı manayı da. Bilge kişiler iki dünyadan da geçmiş en tembel erlerdir. Onların işini Allah görür.

 

 

Bir Şarkı Bir Hikaye...

 

Faruk Nafiz Çamlıbel iki çocuğunun annesi Azize Hanım hastalanınca, tanıdığı olan kadın doğum doktoru Alaaddin Yavaşça’ya danışır.

Yavaşça, Şair ile eşini kendisinden daha tecrübeli olan hocasına götürür ve o doktor kanser teşhisini koyar.

Alaaddin Yavaşça’nın dilinden olay şöyledir :

“-Faruk Nafiz Çamlıbel`i bilirsiniz. Gelmiş geçmiş şairlerin en büyüklerinden biridir Çamlıbel. Çok iyi, sevdiğim bir dostumdu o benim. Yaşı elbette benden ileriydi ama saygı dolu bir ahbaplık vardı aramızda. Bir gün muayenehaneme geldi.

O zamanların çok meşhur ve yanına varmayı bırakın, randevu almak için bile ter dökülen bir genel cerrah hocamız vardı. Eşinin rahatsız olduğunu söyledi. O cerrah hocamıza göstermemiz için yardım talep etti.

Hocayı iyi tanıyordum. Aradım, söyledim yanına çağırdı bizi. Hanımefendiyi muayene etti. Sonra beni yanına çağırdı ve teşhisini söyledi:

“Alâeddin kardeşim, durum fena. Göğüsten başlamış tüm koltuk altını sarmış kanser. Mutlaka vücudun başka yerlerinde de metastaz yapmıştır. Bu hastayı hiçbir şekilde ameliyat etmek istemem. Hekim olarak yapacağımız ilaçlar verip ömrünün son demlerini mümkün olduğunca ağrısız geçirmesini sağlamaktan ibarettir.”

Ben yıkıldım duyunca.

Nasıl söyleyeceğim ki bunu Faruk Nafiz Bey`e. Eşinin üzerine titreyen, ona delice sevdalı bir adam. Kırılgan, duygulu, şair bir adam. Nasıl derim, nasıl söylerim?

Ben o dev şairin koluna girip; “Gel biraz yürüyelim üstat` dedim. Bin dereden bin su getirir gibi anlatabildim acı tabloyu ona.

Hiçbir şey söylemedi.

Çıt bile çıkarmadı gitti.

Yıkıldı ama bir süre sonra hanımefendi vefat edince geldi esas yıkımı...

Haftalar sonra yine geldi bana. Omuzları, avurtları çökmüş, gözleri kan çanağı bir halde..

Cebinden katlanmış bir kâğıt çıkartıp açtı, uzattı. “Bunu yazdım. Bestelersen sevinirim” dedi ve yine çıktı gitti”

‘Artık Bu Solan Bahçede Bülbüllere Yer Yok.

Bir Yer ki Sevenle, Sevilenlerden Eser Yok.

Bezminde Kadeh Kırdığımız Sevgililer Yok.

Bir Yer ki Sevenle Sevilenlerden Eser Yok.

Makam : Hicaz / Usûl: Düyek

Güftekâr: Fâruk Nâfiz Çamlıbel

Bestekâr: Alâeddin Yavaşça...Soner Oğuz