MEVLANA CELALEDDİN RUMİ (1207-1273)

MEVLANA CELALEDDİN RUMİ (1207-1273)

MEVLANA CELALEDDİN RUMİ (1207-1273)

MEVLANA CELALEDDİN RUMİ (1207-1273)

 

                   “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”

                   1207 yılında Horasan’ın Belh kentinde dünyaya gözlerini açan Mevlana, bilgin bir aileden geliyordu. Babası Sultan-ı ulema Mehmet Burhaneddin Veled. Horasan’ın en ünlü bilgini sayılmaktaydı.

                   Burhaneddin Veled, Harizm hükümdarıyla arası açılınca veya Moğol istilası korkusuyla oğlu Celaleddin’i alıp, Belh’ten ayrılır. Onun için ayrılma nedeni, net olarak  belli değildir.

Uzun bir yolculuk yaparlar. Küçük yaşta okuma-yazmayı oğlu Celaleddin’e öğreten Burhaneddin Veled, tüm bilgisini oğluna aktarmak istiyordu.

                   Çeşitli kentlerde konaklayan baba-oğul, Hicaz’a gitti. Hac görevini yaptıktan sonra Şam’a geçtiler. Burada Muhittin-i Arabi’yle tanıştılar. On üç yaşında olan Celaleddin’e babası kadar önem verdiği söylenir.

Daha sonra baba-oğul, Anadolu’ya geçerek, sırasıyla Malatya, Erzincan ve Larende’de bir süre kaldıktan sonra 1228’de Konya’ya geldi.

                   Konya’ya yerleşmesinde Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad’ın büyük payı vardır. Vaazlar vermeye başlayan Burhaneddin Veled, 6 Şubat 1231’de ölünce yerine oğlu Celaleddin geçti.

Vaaz ve ders vermeye başlayan Mevlana’nın tesir gücü oldukça büyüktü. Her kim onu dinliyorsa etkileniyordu.  Bazı Batılı eleştirmeciler, kendisine “Doğu Rönesansının kaynağı” gözüyle bakarlar.

                   Konya’da babasından çok daha geniş bir üne sahip oldu. Adı Anadolu’dan, Selçuklu sınırlarından dünyaya taşmıştı. Ders verdiği öğrencileri hocalarını çok sevdikleri için onu “Mevlana” diye çağırıyorlardı.

                   1231’den 1244’e kadar bu böyle sürüp gitti. Fakat bir gün, Şam’dan bir derviş çıkagelir. Bu derviş, Mevlana’nın yaşamını tamamen değiştirir. Hayatının dönüm noktası sayılan bu dervişin adı Tebrizli Şems’dir. Dervişin kaynayan kara gözleri, insanların adeta yüreklerini tutuştururdu.

Derviş Şems’in kendine özgü bir yaşayış biçimi vardı. Bunun üzerine Mevlana’ya ; “Bu kitapları bırak. Onlar gerçeğin dış kabuğudur. Gerçeğe, akılla değil, yürekle ulaşılır. Bilmediğimiz bir yerden geldik, bilmediğimiz bir yere gidiyoruz. Geldiğimiz yer Tanrı, gideceğimiz yer Tanrı’dır. Ondan koptuk, ona döneceğiz. Ondan getirdiğimiz cevher, aklımızda değil, yüreklerimizde saklı. Sevilecek tek şey, Tanrı’dır !. Ona akılla değil, yürekle ulaşabiliriz !. Sev öyleyse !. Sev ki, gerçeğe ulaşabilesin !. Bu kitapları okuyanlar, “Enelhak” diyen en büyük ermiş, Hallacı Mansur’u asmadılar mı ?.. O ki, Tanrı’ya ulaşmıştı. Sonunda “Tanrı benim” dedi.” Şems’in bu fikirlerini öğrendikten sonra Mevlana’da büyük değişimler oldu. O güne değin ders verdiği öğrencilerini, haşır-neşir olduğu kitaplarını bir kenara itip, daha çok şey öğrenmesi gerektiğini düşünerek, Şems’le yaşamaya başladı.

                   Mevlana’nın artık tek önem verdiği ve gününü geçirdiği Şems’ti. Bu durum yakın çevresini çok rahatsız etmesinin yanında Şems’i kıskanarak, hakkında değişik dedikodular çıkarttılar.

Mevlana’yı ellerinden aldığını düşünen müritler, Şems’i ölümle tehdit ederek, tekrar Şam’a dönmesini sağladılar. Fakat Mevlana’nın üzüleceğini bilmiyorlardı.

Şems’in yokluğunda kendini yapayalnız hisseden Mevlana, perişan oldu. Kendisini tamamıyla şiire verir.

“Oraya gitme, demedim mi sana,

Seni yalnız ben tanırım, demedim mi ?

Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi benim !

Bir gün, kızsan bana, alsan başını, yüzbin yıllık yere gitsen,

Dönüp kavuşacağın yer benim demedim mi ?”

Oğlu Sultan Veled’den, Şems’i bulup getirmesini ister. Babasını kırmayan Sultan Veled, Konya’dan bir heyetle Şam’a gider ve Şems’i bulup, Mevlana’ya getirir. Mevlana’nın müritleri, ihmal edildiklerini söyleyerek Şems’ten kurtulma yolunu tekrar ararlar.     

Yeniden eski sevincine kavuşan Mevlana, Şems’ten ayrılmamayı düşünürken, ummadığı bir anda Şems, yeniden ortadan kaybolur. Bu beraberlikleri de, Mevlana’nın düşündüğü gibi uzun sürmedi.

Tebriz’li Şems, Mevlana’nın  müritleri tarafından mı, öldürüldüğü yoksa uzak bir yerlere mi gittiği ; tarihin tozlu, hiç açılmayan sayfalarında sır olarak kaldı.

                   Mevlana’nın hayatını, Şems’ten önce ve sonra diye iki bölüm haline getirmek daha doğru olur. Mevlana ömrünün yarısını kitap okuyarak, ders vererek geçirdi, öteki yarısını da, şiirler söyleyerek tüketti.

                   Mevlana’nın, tüm şiirlerini bir araya getiren “Divan- Kebir” i olmasının yanında düşüncelerini yansıtan, “Fih-i Mafih” ve “Mektubat” farklı değerde eserleridir.

Doğu-islam kültürünün özü sayılan, Fars diliyle 6 ciltlik 26 bin beyite yakın “Mesnevi”si tasavvufun açıklanması yolunda hikayeler, semboller, öğütlerle örülü mistik-didaktik bir eserdir.

                   Mevlana, sadece döneminde değil, günümüzde bile insanlara fikir yollarını gösterir. Mevlana gazellerinin bir çoğunda mahlas olarak Şems-i Tebriz adını kullandığı için Divan-ı Şems-i Tebriz diye adlandırılan divan’ında, gazeller iki binden fazla rubaileri de, bin yedi yüz elliden fazladır.

                   Her fani gibi Mevlana Celadeddin Rumi’de ömrünün basamaklarını 17 Aralık 1273 de tamamladı. Ölümü sadece Konya’da, Selçuklu ülkesinde değil dünyada yankılar yaratmıştır.

                   Her yıl Konya’da Şeb-i aruz (düğün gecesi) adı altında Mevlana’yı anma toplantıları yapılmaktadır. Dünyanın her ülkesinden insanlar bu törenlere katılmaktadır. Çünkü Mevlana, tüm insanlara seslenirken, ayrımcılık yapmadan her kim olursa olsun dergahına şart koşmadan davet ediyordu. 

“Gene gel gene...

Ne olursan ol !..

İster kafir ol, ister ateşe tap, ister puta,

İster, yüz kere tövbe etmiş ol,

İster yüz kere bozmuş ol tövbeni !

Umutsuzluk kapısı değil bu kapı !.

Nasılsan, öyle gel !.