Konuşan Kazanıyor

Konuşan Kazanıyor

KÖYDE SABAH

Mucize Röportaj

 

Konuşan Kazanıyor

 

KÖYDE SABAH

 

Sabah saat 06.30’da kalktım köpeklerin havlamasına. Uykumu almış olacağım ki uyuyamadım. Mutfağa geldim ve bahçeye, havuza doğru bakıyorum. Genelde hep böyle yaparım. Sabah erkenden güneş, havuza vurmadığı için balıklar suyun yüzünde olurlar. Gerçi bu aralar güneşe de hasret olduğumuz malum.

 

Balıklar rengarenk yüzerken onları seyrederim. Çok hoşuma gider onların havuzun üstünde yüzmesi! Covid 19 yüzünden evden çıkamadığımız bugünlerde balıkların yüzmesini seyretmek bile büyük zevk haline geldi.

 

R GARİP MİSAFİR

 

Bu arada köpeklerin çıkardığı sesi duyuyorum, genelde tanıdıklarının yanında o sesi çıkarırlar! "Allah Allah! Bu saatte kim var yanlarında?" diyorum ve eğilip camdan bakıyorum. Eski takım elbiselere benzeyen bir takım elbise giymiş ve siyah kalın paltosu, kafasındaki şapkasıyla film artistleri gibi bir adam yanlarında, kapının arkasından köpekleri seviyor.

 

Bir anda şaşırdım, sesimi çıkaramadım. "Buyurun, kime baktınız?" diyemedim; çünkü köpekler sanki onu tanıyorlarmış gibi davranıyorlardı. Arkası bana dönük, yüzünü göremiyordum.

 

Kafamı geri çekip "Ne yapayım?" diye bir an tereddüt geçirdim ve hemen üstümü giydim. Kapıyı açtım ve merdivenleri inerek yanına gittim; ancak orada yoktu! "Allah Allah, şimdi buradaydı!" dedim kendi kendime ve bahçeye doğru ilerlemeye başladım.

 

Bir de baktım çardakta oturmuş, bana bakıyor! Bu kadar rahat olması da beni ürküttü bir anda! Birisinin kapısına altı buçukta geleceksin ve bu kadar rahat olacaksın! Bu davranışı beni tedirgin etti! Yavaş yavaş yanına doğru ilerliyorum.

 

"Aman Allahım amcam gelmiş!" diye düşündüm.

 

Biraz daha yaklaştım. Ağzım açık kaldı, nutkum tutuldu. Ayağımı atmak istiyorum ayağımı hissetmiyorum. Adımların nasıl atılacağını şaşırdım. Basit olarak yaptığımız yürümenin ne kadar zor olduğunu hissetmeye başladım.

 

Şaşkınlığımı hissetmiş olacak ki "Gel, gel bakalım! Gel otur, biraz konuşalım!" diye seslendi. İçimden "Bu bir rüya!" diye geçiriyorum; ancak bu arada havuzda balıkları görüyor, köpeklerin havlamasını duyuyorum. Ertesi gün Maçka'ya inerken unutmayayım diye dış kapının yanına koyduğum ağız maskesine bakıyorum.

 

Cesaretimi toplayıp yanına doğru gittim. Benim ona doğru yöneldiğimi görünce ayağa kalktı ve elini uzattı. Ben de gayri ihtiyarı elini tutarak ona:

 

"Hoş geldiniz, !" dedim.

 

"Hoş bulduk!" diyerek sandalyesine oturdu. Hani insanın basireti bağlanır ya ben de öyle oldum!

 

Artık onun çekim gücüne girmiş gibiydim; ağzımı açıp bir şey diyemiyorum. Çevreye o kadar sevimli bir bakışla bakıyor ki sanki çevreye hayran olmuş gibi bir hali var. Yirmi otuz saniye içinde kendimi toparladım. Karşımdaki insana bakıyorum, sanki geçmiş bir zamanın içinden gelmiş gibi!

 

"Ne diye hitap edeyim?" diye düşündüm. Sonunda amca, dayı, abi, beyefendi, üstadım gibi başlıklar koymadan:

 

"Buyurun, birine mi baktınız?" lafı ağzımdan iki çakar bir yakar paslı bir çiftenin namlusundan çıkar gibi çıktı. Hedefini bulmuş olacak ki adam bir anda baktığı taraftan yüzünü bana doğru çevirdi.

 

DAYISINI ARAYAN ADAM

 

"Mehmet dayıma baktım!" dedi. Bizde ise Mehmet adında hiç kimse yoktu.

 

"Hangi Mehmet'e baktınız?"

 

"Buraların sahibi dayım Mehmet Eyüboğlu'na..." dedi.

 

O zaman anladım dedemi sorduğunu.

 

O kadar heyecanlandım ki kalkıp elini öpeceğim, ona doya doya sarılacağım; "Sen bizim sülalemizin yüz akısın, sen bizim idolümüzsün, sen bizim dünyaya açılan penceremizsin!" diyeceğim; ancak sanki beni sandalyeye yapıştırmışlar gibi bir türlü kalkamıyorum.

 

Dilim susmuş, bıraksam vücudum zangır zangır titreyecek durumda! Elimi nereye koyacağımı şaşırdım, bir put gibi hissetmeye başladım kendimi! Çenemi o kadar sıktım ki "Konuşabilir miyim?" diye kendi kendime sormaya başladım.

 

"Yok yok, ben rüya görüyorum!" diye kendi kendime telkinde bulunuyorum. Sıktığım ellerimle "Bacağımı çimdikleyeyim!" diyorum ama vücudum kaskatı kesildiğinden parmaklarımı baldırıma geçiremiyorum. O heybetli vücuduyla karşımda oturuyor, geniş yakalı paltosunun etekleri yere değiyordu.

 

"Allahım bu bir fırsat, bana güç ver; heyecanım gitsin ve konuşabileyim!" diye kendimle cebelleşiyorum. O ise bizim Eyüboğlularının klasik kartal burnuyla çevreye sakin sakin bakıyordu sanki "Hangi manzaranın resmine başlasam!" diye.

 

Karşısında ona hayranlıkla bakıyorum. Yüzü amcama ne kadar benziyor. Burnu babamın burnunun bir kopyası. Büyük oğlumun burnu da aynı. "Demek  ki bu burun türü anatomik olarak nesillerden nesile geçiyor!" diye içimden geçiriyorum.

 

O konuşmaya başladı; ben ise sanki bildiğimiz atasözünün uygulayıcısı olarak temsilen oradaydım. Hani bir atasözümüz var ya "Söz gümüşse, sükut altındır." diye. Halbuki karşımda oturanın kim olduğunu bilseniz benim sessiz duruşumun çok bilmekten değil de onun yanında konuşacak lafım olmadığından olduğunu anlarsınız!

 

SÖZ GÜMÜŞSE SÜKUT ALTINDIR

 

Çalıştığım yıllarda Prof. Dr. Sezer Komsuoğlu'nu ziyaretimde konuşmanın oraya nasıl geldiğini bilmiyorum; ama bana söylediği söz hiç aklımdan çıkmadı. İşte bu atasözünü sayın Sezer Komsuoğlu şöyle değiştirmişti. "Söz gümüşse, sükut altındır, derlerse de inanma! Sözü altın olanın sükut durması bir kayıptır."

 

O zamana kadar çok da kullanmadığım ama çok bilinen bu atasözümüzü "Ne güzel de değiştirmişti!" diye içimden geçirdim. Evet içimden geçirdim ama ben sessiz kalmayı çok bilmişliğimden değil, onun karşısında hiçbir şey bilmezliğimden susuyordum.

 

Masada sakin sakin oturan aile büyüğümüz birden ayağa kalktı ve "Söyle bakayım; şimdi içinden ne geçiriyorsun?" deyince şaşkınlığım daha da arttı. "Hadi şaşırma, sakin ol! Şimdi içinden neyi geçiriyorsan bana söyle de sana düşündüğün her neyse onun hakkında ne düşündüğümü söyleyeyim."

 

Düşünebiliyor musunuz aklımdan geçirdiğimi ona, yani Bedri Rahmi Eyüboğlu'na söyleyeceğim! O da bana düşüncesini söyleyecek! "İşte bu son elli yılın mucize ropörtajı olabilir!" dedim ve bütün heyecanımı yenerek düşündüklerimi sormak için başladım konuşmaya.

 

Aklımdan geçen üzerinde hiç tartışmadığımız "Söz gümüşse, sükut altındır." atasözüydü. Onlarca soracağım sorular varken aklımdan geçenin bu söz olması ve "Aklından ne geçiyorsa sor!" demesinden cesaret alıp kendimi de zorlamadan aklımdan geçeni sorarak kolaya kaçtığımı biliyordum.

 

Ancak karşısında olduğum kişi, Eyüboğlu ailesinin büyüklerinin de "Reis!" diye hitap ettiği Bedir Rahmi Eyüboğlu idi. Elim ayağım titrerken, çenemi bile açmakta zorlanırken, onun bakışlarıyla hipnotize olmuşken aklımdan geçeni değil de başka bir şey sorma zeka kıvraklığına sahip değildim.

 

"Efendim aklımdan geçen bir atasözü!"

 

"Söyle bakalım, nedir bu atasözü?"

 

Lafı süsleyecek ve kendimi becerikli gibi gösterecek tavırlara bürünecek durumda değildim. Direkt atasözünü söyledim.

 

"Söz gümüşse ,sükut altındır. Efendim aklımdan geçen buydu."

 

"Biliyor musun üzerinde hiç tartışmadığımız, kabullendiğimiz bu sözü dilimize bağışlayan kişi ya kuyumcu idi, ya maden mühendisi, yahut buna benzer bir şeydi."

 

"Efendim böyle mi düşünüyorsunuz?"

 

"Dahası da var! Herhalde ne avukattı, ne öğretmen! Ne mebus, ne de aday gazeteci, ne de yazar! Romancı şair olmadığı da gün gibi aşikar! Sözün aday, kuvvetli sözün de mebus çıkacağı şu seçim günlerinde susmanın, arpacık kumrusu gibi, dut yemiş bülbül gibi susmanın altın kesmesinden vazgeçtik, kalpbeşlikten ne farkı var?"

 

"Efendim, ama nasıl olmuş da bu sözü susmaya bu kadar büyük değer veren bu sözü, öpüp başımıza koymuşuz? Nasıl olmuş da bu söz hepimizin kulağına küpe olmuş da yüzyıllar boyunca sallanmış durmuş?"

 

YANLIŞ ANLAMALAR

 

"Anladığım kadarıyla herhalde biz daha eski çağlarda çok ama çok konuşan bir milletmişiz. Ağzımıza geleni söyler, içimizden geleni söylemesek rahat edemezmişiz. O kadar konuşmuş, o kadar kafa patlaşmışız ki nihayet bir çoklarının canına tak demiş. Biçimine getirip dudaklarımıza altında bir kilit vurmuşlar ve yüz yıllar boyunca güzel güzel susmuşuz; ta ki Cumhuriyetin ilanına kadar!"

 

"Efendim bildiğim kadarıyla eskiden büyüklerin yanında hiç konuşulmazmış. Acaba bunun bize bir faydası olmuş mu? Ne dersiniz?"

 

"Bu kadar uzun boylu, bu kadar deliksiz bir susma karşılığı altın babası olmamız lazım gelirken üstelik evdeki bulgurdan da olmuşuz. Cumhuriyetin ilanından sonra yavaş yavaş konuşmaya başlamışız. Bununla ilgili anlatılan bir hikaye de vardır."

 

"Efendim ne hikayesi, anlatmanız mümkün mü?"

 

"Anlatayım şu meşhur hikayedeki orman sakinlerini!"

 

"Efendim çok sevinirim!" deyip pür dikkat onu dinliyorum.

 

"Bu hikayeyi merhum Salah Cimcoz ikinci devrede mebus iken, Meclis koridorlarında Gazi Mustafa Kemal'e anlatmış. Bize de hikayeyi dinleyenler arasında bulunan babam anlatmıştı. Gazi, Mecliste dut yemiş bülbül gibi susup duran fakat Meclis koridorlarında alçak sesle gayet ateşli konuşmalara dalan bazı mebusları göstererek Salah Cimcoz'a sormuş."

 

"Bunlar niçin söyleyeceklerini Meclis kürsüsünde söylemezler de böyle koridorlarda fısıldayarak ziyan ederler?"

 

"Salah Cimcoz da sözün burasına hikayeyi sıkıştırmış."

 

SALAH CİMCOZ'DAN ÖYKÜ

 

"Paşam, vaktiyle büyük bir ormanda büyük bir aslan yatarmış. Geceleri öteki orman sakinlerinin bağrışmalarından rahatsız olur, uyuyamazmış. Günlerden bir gün bir ferman çıkarmış. Bundan böyle aslan hazretleri uyurken hiç kimse en ufak bir ses çıkarmayacak."

 

"O günün gecesinden başlayarak geceleri çıt çıkmaz olmuş. Bir gece aslanın uykusu kaçmış. "Şöyle bir dolaşayım!" demiş. Bakmış ormanda bir tek mahluk yok. İzleri sürmüş ki bütün mahlukat ormanın en büyük mağaralarından birinde söz birliği etmişler."

 

"Bundan bir fesat sezen aslan mağaranın bir deliğinden bakacak olmuş. Ne görsün? Kendisinden başka bütün orman sakinleri orada. Tavşandan tut file kadar! Ortada bir kürsü! Boy sırasıyla bütün mahluklar kürsüye çıkıyor. Elleri ve ayaklarıyla bazı işaretler yapıp, iniltiye fısıltıya benzer sesler çıkarıp duruyorlardı."

 

"Dinleyiciler de buna benzer gayet acayip ufak tefek sesler çıkartarak katılıyorlardı. Ama bütün bunlar sessizce olup bitiyordu. Bundan kuşkulanan aslan içeri dalmış. Kurul başkanına, bütün bu tiyatronun ne demek olduğunu sormuş. Başkan ancak aslanın duyabileceği bir sesle:

 

"Alışkanlık aslanım, alışkanlık! Bizler geceleri bağırmazsak, kahrımızdan ölürüz. Bağırmak da yasak! Bu kadarcık olsun yasak çıkartıyoruz işte!"

 

"Efendim tam yerinde anlatmış vekilimiz Atatürk’e!"

 

"Evet, bu hikayeyi tam yerinde anlatmak da yok mu? Herhalde büyük bir marifet olsa gerek. Bunun ne demek olduğunu üstad Burhan Felek'ten öğrenmeli bir, Ferdi Tayfur’dan meşkletmeli iki."

 

"Bu hikaye feleğin eline düşseydi onu tutar anlattığım yerde mi anlatırdı yoksa anlatımın sonuna mı koyardı, bilemedim yazının. Böyle tuzlu biberli bir hikaye anlattıktan sonra sen gel de sözün gümüş, sükutun altın olması sözünü incele bakalım! Halbuki bu konu üzerine söylenecek sözler vardı."

 

SUSAN DEĞİL, SUSAR KİŞİLER!

 

"Efendim siz söyleyin!"

 

"Mesela: Susar kişiler, susan kişiler değil; bilir kişiden kinaye susar kişiler. Hepimiz bunlardan birkaç düzine tanımışızdır. Her yerde susarlar. Ama nasıl susarlar Allahım? Taş gibi, tahta gibi, toprak gibi susarlar. Dikkat ettim. Bunların çoğu kalantor, kodaman kişilerdir. Bunlar hakikatten sükutu kıymeti bir maden haline getirmesini keşfetmişlerdir."

 

"Herkesin cıvıl cıvıl şakıdığı, bülbül kesildiği toplantılarda onlar put gibi susarlar. Boyuna sustukları için herkes bu kapalı kutuda olup biteni merak etmeye başlar. İnsan hali bu hepimizde bir merak!"

 

İçimden mırıldandım! "Bahsettiğiniz kişilerin bu zamanda susanını hiç görmedim!" diye. Farketmiş olacak ki:

 

"Bir şey mi dedin?" Cesaret edip düşündüğümü diyemedim.

 

"Efendim neyi merak ediyordunuz?" diye sordum.

 

"Kim bilir bu kapalı kutuda ne cevherler vardır, diye düşünürdük."

 

"Efendim nasıl konuştururdunuz onları?"

 

Allem eder kallem eder bu kapalı kutuyu zorlarız. O, hiç oralı olmaz. Dağ gibi sükut kalesine yaslanıp durur. O sustukça biz telaş anırız. Onu konuşturmak için kırk dereden su getiririz."

 

"Efendim yanlış anlamayın da neden o kadar üstüne giderdiniz?"

 

"Ona kul köle olanlarımız da çıkardı. Niçin? Sadece onu konuşturmak için!"

 

"Efendim bu kadar önemli yani!"

 

"Tabii, aradan yıllar geçer. O şımardıkça şımarır. Sustukça susar. Nihayet o kadar yalvarır yakarırız. O kadar tükeniriz ki konuşmaya karar verir ve etrafını sararız. Söyleyeceği sözlerin bir tanesini kaçırmamak için tepeden tırnağa kulak kesiliriz. O ağzını açar ne der bilir misiniz?"

 

"Efendim konuşmasını bu kadar çok beklediğinize göre söylediği sözler altın değerindedir." Hafif bir gülümsedi.

 

"Gak der gak! Daha iyi anlayabilmemiz için aynı kelimeyi bir daha tekrarlar ve gene susar!"

 

"Efendim, gak diyecek insanı niye bu kadar zorladığınızı anlayamadım?"

 

"Bu çeşit susar kişilere ne kadar erken gak dedirtirsek o kadar çabuk rahata kavuşmuş oluruz."

 

"Efendim sizin amacınız onu konuşturmaktı. Yoksa ne konuştuğu önemli değildi öyle mi?"

 

"Sözümüz susar kişilere değil de rahat rahat ata biner gibi konuşanlara dahildir. Yanılmıyorsam millet bahçemizde en az yetişen meyvalardan birisi de rahat konuşan kişilerimizdir."

 

İNSANLAR HER ORTAMDA KONUŞABİLMELİ

 

İçimden "Evet bizde rahat konuşan çok kişi var, ama içi boş." Gücü eline geçiren konuşuyor; ancak konuşması yanlış olsa da yanlış diyemiyorsun. Hadi yanlış desen toplumda tanınan insanlar onun doğru olduğunu söylemek için yarışıyor. Zaman ilerledikçe geri gideceğimizi hiç düşünmemiştim.

 

"Efendim rahat konuşmayla neyi kastediyorsunuz?"

 

"Rahat konuşmaktan nutuk çekmeyi kastetmiyorum. Allah cümlemizi nutuk çekme meraklılarından korusun. Söylediği şeye canından bir tutam katmadan, sadece kalabalığı şaşırtmak için avazı çıktığı kadar bağıran, tepinen, elleri, ayaklarına kıyamet koparan insanlar vardır. Bir araba laf söylerler. İçinde mercimek dolusu değer yoktur. Bir çoğumuzu politika dünyasından soğutan bu nutukçu başlarıdır. İnsan bunları dinlemeye zorlanırsa ömrübillah soğur gider."

 

"Efendim, ne kadar doğru dediniz. Ancak millete ne olmuş bilemiyorum; ama nutuk çekenlerin peşinden gider olmuş."

 

"Rahat konuşan adam sesinin de illa tanınmış sazlardan, sazendelerden birine benzemesi şart değildir. Bizim beklediğimiz yerli yerine oturmuş, kantar topuzu gibi sözdür. İster kekeleyerek söylensin, ister çatlak sesle, ister kulağa hoş gelmeyecek. Otalara bürünsün. Yeter ki sözün içi dolu olsun!"

 

Dinlerken "İçi dolu söz söyleyen kalmadı bu zamanda. Bugün kara diyen, yarın ak diyebiliyor. Kantar topuzu gibi sözlere önem veren kalmadı!" diyemedim.

 

"Efendim bir örnek verebilir misiniz?"

 

"Yolda yürürken karşınıza bir adam çıksa size gayet çatlak, gayet sevimsiz bir sesle: 'Lütfen bu ay aldığınız bilet numarasını söyler misiniz? Şu değil mi? Tebrik ederim. Büyük ikramiyeyi kazanmışsınız!' Müjdesini verse, siz bu adam sesinin tonu veya ne bileyim cümlesinin akışı üstünde durur musunuz?"

 

"Yoo! Sadece 'Hay ağzına, diline sağlık!' derim."

 

"Yahut güçlükle konuşan bir adam gelse, size evinizin yandığını, anlatmaya kalksa, adamcağız daha sözünü bitirmeden siz evin yolunu tutmaz mısınız?"

 

"Tutarım tabii efendim!"

 

"Rahat konuşan adamdan beklediğimiz, bize tamtakır nutuklar çekmesi değil, bize hiç bilmediğimizi açık seçik anlatabilen, yarım yamalak bildiklerimize çeki düzen verebilen, dinleyebilme gücümüz hakkında peşin fikirleri olan adamdır."

 

"Ne demek istediğinizi anladım efendim."

 

"Bize okulda iyi kötü okumayı öğretiyorlar. Ama rahat konuşmayı hiç mi hiç belletmiyorlar. Kalabalık önünde çatır çatır şiir okumasını iyi kötü beceriyoruz değil mi?"

 

"Evet efendim, okul yıllarında hepimiz iyi kötü okumuşuzdur."

 

"Doğru; ama 'Çık şu kalabalığa bir şeyler söyle!' dedikleri zaman ecel terleri dökmeye başlıyoruz. İlk defa otomobil gören tayların deli divane olması gibi büyük bir kalabalığa söz söylemeye mecbur olduğumuz zaman başımızı sokacak delik aramaya başlıyoruz."

 

"Evet, efendim. Topluluğa karşı konuşmak zordur. Siz uygun görürseniz bununla ilgili bir hikaye anlatmak isterim."

 

"Hadi anlat bakalım! Biraz da sen konuş. Sözün altın olsun!"

 

BİZİM TEMEL, İTALYA'DA

 

"Efendim, Sezar döneminde Temel İtalya'ya gitmiş. Sezar'ın bahçesi çok güzel olduğu için bahçenin yanında geziyormuş. Bahçede envai çeşit meyve varmış. Ancak hırsızlık olmaması için bahçe duvarına bir duyuru asmış. Duyuruda 'Bahçeden meyve çalanlar yakalandığında aslanlara atılacak!' yazıyormuş."

 

"Temel bir iki hafta bahçe etrafında gezdikten sonra kimsenin olmadığını da görünce dayanamayıp bahçeye atlamış ve meyvelerden yemeye başlamış. Bahçede gizlenen nöbetçiler tarafından yakalanıp Sezar'ın karşısına getirilmiş." Sezar:

 

"Sen bahçede yakalananların aslana atılacağını bilmiyor musun?" diye sormuş. Temel ıkıla sıkıla:

 

"Biliyordum ama..." diyecek olmuş. Sezar sert bir dille:

 

"Konuşturmayın bunu! Hemen arenayı hazırlayın ve halka haber verin!" deyip bunları huzurundan çıkartmış."

 

"Arena hazırlanmış, otuz bin kişi toplanmış. Arenanın bir ucuna Temel'i bırakmışlar, diğer ucuna büyük bir kafesin içinde bulunan aslanı getirmişler. Herkeste bir bağrışma ve bir heyecan, arena sesten inliyor. Aslanın kafesini yavaşça açmışlar, aslan büyük bir kükremeyle kafesten çıkarak Temel'e doğru koşmaya başlamış."

 

"Temel ellerini iki tarafa açmış ve aslana sarılmış. O koskoca aslan Temel'in kucağında küçüldükçe küçülmüş ve bir kedi gibi kaçarak kafesine girmiş. Ardından kapısını kapatarak içeride zangır zangır titremeye başlamış."

 

"Sesten inleyen arena sessizliğe bürünmüş. Herkeste bir şaşkınlık! Sezar bu olay karşısında istemsiz de olsa şaşkınlıktan ayağa kalmış. Nöbetçilere işaret ederek Temel'i yanına istemiş. Artık Temel, Sezar'ın huzurundaymış." Sezar şaşkınlıkla:

 

"Aslana ne yaptığını söylersen hayatını bağışlarım!"demiş. Temel bir sağa, bir sola bakmış.

 

"Sezar'ım aslanın kulağına 'ha burda hangimiz galip geleceksek o ha bu arenada bulunan otuz bin kişiye bir konuşma yapacak' dedum."

 

Bedir Rahmi Eyüboğlu kocaman bir kahkaha attı. Kahkaha sesinden manolyanın üstünde yuva yapmış kuş korkup kaçtı. Karşılıklı gülüştük. Dünyanın en mutlu insanıydım. Konuşmada zorluk çekeceğimi düşünüyordum ki kocaman Reis'i güldürmeyi başarmıştım. Artık kendimi daha rahat hissediyordum. Reis tekrar konuşmaya ve anlatmaya başladı.

 

TOPLULUK KARŞISINDA KONUŞABİLMEK

 

 "Bizim akademiye İstanbul'un çeşitli okullarından öğrenciler gelir. Ne yazık ki Anadolu'dan gelenler yüzde beş bile tutmaz. Bunlar arasında küçük bir topluluk karşısında rahat konuşabilenler çoğunlukla Amerikan Koleji'nden gelen çocuklardır."

 

"Bildiklerini rahat rahat son virgülüne kadar söylerler. Hoş bir şey anlattığınız zaman rahat rahat gülen bir çocuk çıkarsa muhakkak kolejden gelmiştir. Bizimkiler, daha çok bilseler bile susarlar, kızarır bozarırlar. Onları rahat konuşmaya alıştırmak için uğraşmak gerekir."

 

"Efendim hala öyle olduğuna inanıyorum."

 

"Geçenlerde, köy enstitülerinin kurucularından emekli bir maarifçimizle konuşuyorduk. Bugün kitapları elden ele dolaşan yazarlarımızdan birisi köyden okula geldiği gün görmüş. Çocuğa bir şeyler soracak olmuş. Ses yok. Gayet sade selam kelam kabilinde şeyler, gene ses yok."

 

"Sınıf öğretmenine dönmüş. 'Bu çocuklara okuma yazmadan evvel konuşmayı belleteceksin. En önemli davalarımızdan birisi de bu.' Kolay değil üç dört yüz sene...

 

Konuşması bitmiş, çevreye hayranlıkla bakmaya devam ediyordu ki aklıma bir soru geldi. Sorup sormamada tereddüt ettiysem de dayanamayıp söylemek istedim.

 

"Efendim Trabzon'dan gittikten sonra Trabzon'a uzun süre gelmediniz. Bunun bir nedeni var mıydı?" Yüzüme uzun uzun baktı. O yumuşak yüz hatlarıyla duran üstat sertleştikçe sertleşti. İçimden "Oğlum neydi zorun, biraz sabretsen olmaz mıydı?" diye geçiriyordum ki sorumu cevapladı.

 

"Trabzon'dan Matematik hocamın yüzünden nefret etmiştim."

 

Birden ayağa kalktı, masada bulunan fötr şapkasını başına koydu. Geniş yakalı siyah paltosunun önünü ilikledi, çatılmış kaşlarıyla ve biraz da sert bir ses tonuyla:

 

"Şimdi sen de benim soracağım soruya cevap ver!" dedi.

 

KİMİ RÜYALAR GÜZELDİR

 

Ben onunla bahçede ilk karşılaştığım beden diline döndüm; yutkunamıyorum ve vücudum zangır zangır titremeye başladı. Aynı zamanda da terliyor hissediyordum kendimi. Konuşmak istiyorum, ama konuşamıyorum. Kalbim çok hızlı atıyor. "Kalp krizi geçireceğim!" diye düşünüyorum. Her tarafım terden sucuk su olmuş! Konuşamıyor, nefes alamıyorum! İşte tam bu sırada "Turhan, Turhan!" diye derinden bir ses duyuyorum, ama cevap veremiyorum. Bir elin beni salladığını hissediyorum. Eşim Nurşen:

 

"Rüya görüyordun herhalde! Çok terledin, kalk!" diyor.

 

Nurşen'in uyarısıyla uyanmıştım. Hemen saate baktım; saat 06.40'ı gösteriyordu. Halbuki ben bundan on dakika önce kalkıp bir bardak su içip tekrar yatağa gittiğimde saat 06.30'u gösteriyordu. Ne zaman uyudum da bu kısacık zamanda bu kadar olayları yaşadım, bir türlü aklım almıyordu.

 

Bu nasıl bir düşünme hızıydı? Bir asırlık olaylar zincirini üç dakikaya sığdırmıştı, anlayamadım! Bu kadar bilgiyi, bu kadar kısa zamanda nasıl edinmiştim?

 

Sonra aklıma geldi. Tijen Yaltı'nın bana verdiği eski gazete kupürleri içinde Bedir Rahmi Eyüboğlu'nun 12 Nisan 1954 yılında Cumhuriyet Gazetesinde köşesindeki "Konuşan Kazanıyor" başlıklı yazısını okumuştum.

 

İşte size yukarıda Bedir Rahmi Eyüboğlu'nun ağzından anlattığım, o sözünü ettiğim yazının tamamıdır. Sadece ben araya girerek röportaj biçiminde sunmak istedim. Umarım beğenmişsinizdir.

 

Mekanın cennet olsun Reis. Seninle gurur duyuyoruz ve özlüyoruz.