Cevat Şakir Kabaağaçlı (1890-1973)

Cevat Şakir Kabaağaçlı (1890-1973)

Cevat Şakir Kabaağaçlı (1890-1973)

Cevat Şakir Kabaağaçlı (1890-1973)

Halikarnas Balıkçısı olarak bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı, 17 Nisan 1890 yılında Girit’te doğar. Köklü bir ailenin çocuğu olan Kabaağaçlı’nın babası Mehmet Şakir Paşa, Osmanlı komutanlarından ve tarih yazarlarındandır. Kabaağaçlızadeler olarak bilinen aile, önemli şahsiyetler yetişmiştir. Amcası sadrazamlık yapmış olan Ahmet Cevat Paşa’dır.

Cumhuriyet yıllarında ailede yetişmiş önemli isimler ise ressam Fahrelnisa Zeid, ressam Aliye Berger, ressam Nejat Devrim, ressam Cem Kabaağaçlı, seramik sanatçısı Füreya Koral ve tiyatro sanatçısı Şirin Devrim’dir.

Cevat Şakir, babasının görevi nedeniyle beş yaşına kadar Atina’da yaşar. Sonraki yıllarda ailece Büyükada’ya yerleşirler. Robert Koleji dereceyle bitirir. Üniversite eğitimi için İngiltere’ye giden Cevat Şakir, Oxford Üniversitesi Modern Çağlar Tarihi bölümünü bitirir. Daha sonra ekonomik nedenler yüzünden babası tarafından İstanbul’a dönmesi istense de o, İtalya’ya gider ve orada Aniesi isimli bir İtalyan kızla ile evlilik yapar. Ailesinin ısrarıyla birkaç yıl sonra İstanbul’a döner.

Cevat Şakir’in amcası Sadrazam Ahmet Cevat Paşa, Abdülhamid’in gözünden düşer, sadrazamlıktan alınır, Şam’a yollanır, daha sonra verem olur, yaşama veda eder. Bu olay, Şakir Paşa’yı derinden etkiler. Sarayla bütün alakasını keser, evine kapanır. Paşa, 1914 Haziran’ında iki oğlunu, Cevat ile Suat’ı alarak Afyon’daki çiftliklerini görmeye gider, çiftlikten alacağı parayı dönüşte kızlarından birinin düğün masrafına harcamayı planlar ama İstanbul’a dönemez, büyük bir trajedi yaşanır.

Bir gece bilinmeyen bir sebep yüzünden tartışma çıkar, Cevat silahını çeker, Paşa yaşamını kaybeder. Cevat Şakir’in İngiltere’ye eğitim için gitmesine rağmen okulunu bitirememesi, üstelik İtalya’da Aniesi adında bir kız ile evlenip İstanbul’a gelmesi nedeniyle babasıyla arasının iyi olmadığı bilinir. Derken, ortalığa bir başka söylenti yayılır. Şakir Paşa ile İtalyan gelin Aniesi arasında bir yasak ilişki vardır, tartışma bu nedenle çıkmıştır. Yargıç bunun önceden tasarlanmış bir cinayet olmadığına, ama kaza da olmadığına karar verir. Şiddetli bir tartışmanın heyecanıyla silahların patladığı sonucuna varır, Cevat Şakir 14 seneye mahkum olur. Yedi yıl yattıktan sonra yakalandığını verem hastalığından dolayı serbest bırakılır.

 

Google’ın Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın 125. doğum günü için hazırladığı doodle

“Sende bütün insaniyeti seviyorum. Sen dünyanın bana verdiği mükâfatsın” diye sesleniyor Halikarnas Balıkçısı yazar Azra Erhat’a. Nerede olursa olsunlar, yirmi yıldan fazla, Cevat Şakir’in ölümüne değin, sayfalar, defterler dolusu mektuplar yazarlar birbirlerine bu iki dost, iki âşık, iki arkadaş. İşte 1957’de Azra Erhat’a yazdığı bir mektupta yaşadığı acı olayı şöyle anlatır:

“(…) İnsan hayatında yolların ayrıldığı bir noktaya gelir. Bir yolda giderse Lucifer olur, şeytan olur. Amma yolun sağında veya solunda gitmek tamamen iradenizde olmayabilir. Bir çöp, terazinin bir kefesine ağır basabilir. Bu cümlem büyük bir tecrübenin neticesidir. Eh canım münakaşa pek karışık konular üzerindeydi ve pek şiddetliydi. Münakaşa öyle bir raddeye vardı ki benim üzerime ateş etti. Ben rastgele oradaki bir tabancayı alarak, amma onun eli tabancaya giderken yüzünden okudum, ona doğru nişan almadan ateş ettim. İlkin onunki, sonra, hemen sonra benimki. Aynı zamanda gibi bir şey. Bu münakaşa götürmez, yoksa ölen ben olurdum. Ben de ölümden beter mahvoldum. O kurtuldu. Korkunç bir acı duydum. Amma vicdan azabı duymadım. Ondan daha korkunç bir şey oldu. Kendi kendime olan güvenimi mahvettim. Yani kendimi o gün bugün yalan sanıyorum. Beni methettikleri zaman kızarım.” (Mektuplarıyla Halikarnas Balıkçısı)

 

Ali Kemal Bey Hücre-i Mesaisinde, Güleryüz Dergisi (Sayı 35, Sayfa 1, 29 Aralık 1921), Milli Mücadele aleyhtarı Ali Kemal’i çizmiş Cevat Şakir.

Cevat Şakir’in yakın dostu olan Sedat Simavi, onu Zekeriye Sertel ile tanıştırır. Bu tanışmadan sonra basın hayatına girer. Bu dönemde, geçimini çeşitli dergilerde karikatürler, kapak resimleri, süslemeler yaparak sağlar. Cevat Şakir, 13 Nisan 1925 tarihinde yine Hüseyin Kenan müstearıyla Resimli Hafta Dergisi’nde “Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Giderler?” adlı makalesi yayınlanır.

“Umumi harbin sonlarına doğru bütün memleket asker kaçaklarıyla dolmuştur. Bu hale engel olmak isteyen evliya-i umur, sert tedbirlere başvururlardı. Epeyce zamandan beri hiçbir tarafta kaçakların idamları vaki değilken birdenbire Türkiye’nin birçok şehirlerinde sairlerine ibret-i müessire olsun diye birçok kaçaklar asılırdı. Kaçaklar iş olsun diye muhakeme edilirlerdi. Fakat, müteessir olmasınlar diye olacak, harp divanları kendilerine kararı bildirmezdi. Bunun için bu zavallılar, duruşmanın gelecek celsesini beklerken asılmaya götürülürlerdi.”

 

Başyazarlığını Zekeriya Sertel’in yaptığı derginin yayınlarından rahatsız olan dönemin iktidarı, hem yazarı, hem yayıncıyı İstiklal Mahkemesi’ne sevkeder. Cevat Şakir’i, babasını öldürdüğü gün sorgulayan Ali Çetinkaya (Kel Ali) mahkeme başkanıdır. Asılma korkusuyla geçen mahkeme sürecinin ardından üç yıllık kalebent cezasına çarptırılarak, o zamanlar adı sanı pek bilinmeyen Bodrum’a sürülür. Bir buçuk yıl sonra, sürgünün geri kalanını İstanbul’da geçireceği bildirilir, bu süre dolunca tekrar Bodrum’a döner.

Bodrum’un antik çağdaki adı olan Halikarnas’ı mahlas olarak benimseyen Cevat Şakir, Bodrum’da balıkçılık dahil çeşitli işlerde çalışır. 1926’dan sonra hikayeleriyle tanınmaya başlayan Cevat Şakir, gerek öyküleri gerekse romanlarında denizi ve deniz insanlarını konu edinmesiyle Türk Edebiyatı’nda önemli bir yere sahiptir. Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek kitabı, Halikarnas Balıkçısı’nın Ege Kıyılarından, Ege’nin Dibi, Gülen Ada, Merhaba Akdeniz, Yaşasın Deniz kitaplarındaki ve kitaplarına girmemiş öykülerini içerir.

“Anadolu’yu bir yere bakar varsaysak, onun ancak denize baktığını düşünebiliriz. Anadolu’nun bütün kolları Ege Denizi’ne açılmıştır. Bu kollardan en güneydeki Datça Yarımadası’dır. Sanki Anadolu, denize sevgisinden, Ege köpüklerine atılmış ve kırk beş mil uzanan Datça Yarımadası’nı yaratırken, Kriyo Burnu’nda, “İşte Arşipel, bak senin koynuna geldim! Çünkü ben, senin Knidos’unum!” diye bağırmıştır. Bundan dolayı Datça Yarımadası, Anadolu’nun Knidos’ta şakıyan dilidir.” (Ege Kıyılarından, Knidos Afroditi)

 

Halikarnas Balıkçısı, 1946 yılında yayımlanan Aganta Burina Burinata romanında, deniz tutkusunun birey üzerindeki etkilerini anlatır. Aganta Burina Burinata, bir denizcilik tabiridir. Kaptanın denizcilere tüm yelkenler rüzgârla dolduğunda, açık denize doğru yol almalarına yönlendiren bir komuttur. Eser, Bodrum-Milas civarında yaşayan bir ailenin küçük oğlu olan Mahmut’un ağzından anlatılır. Mahmut’un öyküsü, bir yandan tekinsiz, diğer yandan insanı cezbeden deniz ile güvenli, ancak kasvetli toprak arasında bir tercihi anlatır.

 

Halikarnas Balıkçısı, Aganta Burina Burinata başlıklı romanında, diğer pek çok eserinde olduğu gibi, ekosistemi, bitki örtüsünü, hayvanları, insanları, meteorolojiyi, coğrafi yapıları, doğal güzellikleri, hepsinin kendilerine özgü, birbirlerini şekillendiren ve etkileyen kültürlerini, ekonomik ve toplumsal sorunları bir bütün olarak aktarır. Halikarnas Balıkçısı bu romanı adeta insanın doğanın tüm güzelliklerinin ve zenginliklerinin farkına varması ve dolayısıyla doğa bilincini geliştirmesi için yazmıştır. Aganta Burina Burinata’da kahramanların başlarına gelen çok çeşitli felaketlere rağmen, yazarın iyimser bir dili olduğu söylenebilir.

“Hallaç pamuğu gibi savurmuş olduğum bahçenin ortasına bağdaş kurarak çevreme bakındım. Yamaç, küçük küçük toprak parçalarını çeviren derme çatma kuru duvarlarla kıyım kıyım kıyılmıştı. İşte hep, ‘Malımız, malımız, malımız!’ diye uğrunda yaşadıkları uyuz topraklar bunlardı. Bunların sahipleri, artık oralardan hiç kımıldamayacaktı. Köpeklerin boğazlarından tasma ile bir yere bağlı kaldıkları gibi, bunlar da barsaklarıyla boğazlarından topraklarına bağlı kalacak, hep yanlarındaki komşuların mallarına göz dikerek hırlayacak, hep malıma göz diktin diye komşularına havlayacak, malım var diye ölünceye kadar mallarının kulu kölesi olarak, evim var diye dört kuru duvarın içine mezara gömülmüş gibi gömülerek yaşayacaklardı. Buna yaşamak mı denir, uzun ölüm mü? Hey gidi deniz hey!”

 

1961’de yayımlanan Mavi Sürgün otobiyografik kitap olarak değerlendirilse de, hayatının bir parçasını Bodrum’a kavuşmasının ve oraya geri dönüşünün hikayesini anlattığı için bir anı kitabı olarak değerlendirmek daha doğrudur. 1993 yılında Erden Kıral tarafından sinemaya uyarlanır ve en iyi film dalında Altın Portakal Ödülü’nü kazanır.

“Bu ıssız yerlerin havasıyla toprağıyla uzakta görünen denizleriyle birdim. Etim gövdem onlardandı. Kanımdaki sıcaklık, günlük güneşliğin sıcaklığı kasırga hızına varan rüzgar ihtiraslarımdı. Ben yabancısıydım İstanbul’un şehrimsi ticaret ve nakit kültürünün ve eğlence yerlerinin. Onlarla kat kat kılıflanmamız gerekiyordu. Bu kılıf gönlüme bir türlü yapışmıyordu. İstanbul’un yabancılığı karşısında açık gök, esmer toprak, otlar, ağaçlar, rüzgar, yağmur, şimşek, yıldızlar bana yabancı gelmiyorlardı. Yaradılışın yarattığı ota, ağaca, insana yani yavrularına verdiği bir sevinç ve mutluluk vardır onu özlüyordum.”

 

Şadan Gökovalı tarafından Halikarnas Balıkçısı’nın TRT İzmir Radyo programı bantlarının deşifre edilerek yayıma hazırlandığı İmbat Serinliği, onun en öğretici kitaplarından biridir. Azra Erhat’ın “Bir konuşmacıydı Balıkçı” sözünden de anlaşılacağı üzere bu kitap okunduğunda onun berrak ve sistemli zihni insanı hemen kavrayıvermekte, derin bilgisi ve kültürü kendine hayran bırakmaktadır.

“Şimdi gözler Bafa Gölü’ne açılır. Masmavi gölde küçük küçük peri adaları, yüzer gibi hafiftir. Oradan Milas’a, oradan da Roma İmparatorlarının ve Büyük İskender’in işlediği yollardan Bodrum’a varırız. Orada tepeden deniz ve yüzlerce millik Arşipel, denizin kıyısında görünür. Bodrum’da yan yana beyaz evlerin kıyıladığı iki liman vardır. Bu iki hilalin bitiştikleri yerde, Sen Jan haçlılarının kalesi yükselir. Haçlılar bu iki kaleyi hemen hemen yüz yılda yapmışlardır. Yüz yılda yaptıklarını bir dakika bile savunamadan; Rodos’un alındığını duyunca pılıpırtılarını toplayıp defolmuşlardır. Oysa duvarlar onca yüksekliktedir ki; onu insan bir torba leblebi ile bile müdafaa edebilirdi.”

Arşipel, Halikarnas Balıkçısı okumalarında işlevsel bir kavram olarak karşımıza çıkar. Arşipel, Antik Çağlar’da Eski Deniz anlamına gelen bu sözcük, Balıkçının bütün külliyatına yayılan bu kavram, Akdeniz doğasının, estetiğinin ve havza uygarlığının bir bakıma özüdür. Balıkçı için Arşipel, estetize edilmiş, içselleştirilmiş bir mekândır.

Cevat Şakir, Bodrum’da Yatağan adlı motorsuz kayığı ile gezdiği girintili çıkıntılı binbir koyda, yöresel deyimle büklerde durmadan tek başı­na dolaşıyor ve daha adı konmamış olmakla birlikte ilk mavi yolculukları gerçekleştiriyordu. Öykülerinde anlatmakla bitiremediği deniz ve kıyı güzelliklerini dostlarıyla yaşamanın, paylaşmanın özlemi Balıkçı’nın benliğini iyiden iyiye sarar. 1957 yazında önce bir grup arkadaşı, yazar ve sanatçılarından birkaç kişi ile birlikte tekne kiralayarak Gökova’ya çıkarlar. Mavinin binlerce tonuna doygun denizlerinde, koylarında yaşanan bu tatlı serüvene grupta bulunan Sabahattin Eyüboğlu bir de ad koyar: Mavi Yolculuk.

İkinci evliliğini dayısının kızı Hamdiye, üçüncü evliliğini Hatice Hanım’la yapan Cevat Şakir’in üç evliliğinden beş çocuğu olur. Çocuklarının ortaöğrenim çağında o yıllarda bu kasabada ortaokul bulunmaması sebebiyle İzmir’e yerleşir. Yaşamını yazarlık ve turist rehberliği ile sürdürür. 13 Ekim 1973’te İzmir’de kemik kanserinden yaşama veda eder.

 

 

 

 

 

                          

 





 

 

 

Yahya Kemal Beyatlı - Gurbet

   
   

Gurbet nedir bilir mi o menfaya gitmiyen? 
Ey gurbet,ey gurubu ufuklarda bitmiyen 
Ömrün derinliğinde süren kaygı günleri! 
Yıllarca ,fakr içinde,hayatın hüzünleri. 
Bir çöl çoraklığında hayalin susuzluğu; 
Hem uyku ihtiyaçları,hem uykusuzluğu. 
En sinsi bir eza gibidir geçmiyen zaman; 
Bin türlü başka cevri de vardır ki bi-aman; 
Yalnızlığın azabı her işkenceden beter; 
Yalnız bu kahrı insanı tahrib için yeter.

 

 

 

Yahya Kemal Beyatlı - Bir Tepeden


Rüya gibi bir akşamı seyretmeğe geldin 
Çok benzediğin memleketin her tepesinde. 
Baktım:Konuşurken daha bir kere güzeldin 
İstanbul'u duydum daha bir kere sesinde 

Irkın seni iklimine benzer yaratırken, 
Kaç fethe koşan tuğlar ufuklarla yarışmış 
Tarihini aksettirebilsin diye çehren 
Kaç fatihin altın kanı mermerle karışmış.

 

 

 

AKINCILAR

 

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik   

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik 

   

Haykırdı, ak tolgalı beylerbeyi "İlerle!"   

Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle 

   

Şimşek gibi atıldık bir semte yedi koldan   

Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan 

   

Bir gün yine doludizgin atlarımızla   

Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla 

   

Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de   

Hâlâ o kızıl hâtıra gitmez gözümüzde 

   

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik   

 

Yahya Kemal BEYATLI

 

 

 

Yahya Kemal Beyatlı - Aşk Hikayesi

Ah o akşam o trenden gülüşün! 
O gülüş kalbime aksettiği an 
Duymadım ilk ateşin düştüğünü; 
Şavka benzer bir ışık zannettim. 
Macera başlamak üzereymiş o gün. 
Sürecekmiş bu ateş yıllarca. 
Bir taraftan Yakacık,mor dağlar... 
Bir taraftan da deniz ,şuh adalar... 
O gün ömrümde ,kader, 
Geçecek aşkı resimleştirmiş 
Bu güzel çerçevede. 

Yine dün geçtim o yoldan; 
Aynı raylarda tirenler geçiyor... 
Karşı dağlar,hep o dağlar... 
Kıyı hep aynı kıyı 
Ve deniz aynı deniz; 
O gülüşten bir eser yok yalnız; 
O güzel çerçeve bomboş! 
Belki kalbim daha boş!

 





 

Yahya Kemal Beyatlı - Düşünce

Ülfet belalı şey, fakat uzlet sıkıntılı, 
Bilmem nasıl geçirmeliyim son beş on yılı? 
İnsanlar anlaşıldı cihanın da sırrı yok, 
Kalsaydı tirkeşimde eğer tek bir altın ok 
En tatlı bir hayal için atmazdım ufkuma. 
Dalsın yakından gözlerim artık son uykuma. 
Gördüm ve anladım yaşamak macerasını 
Bakiyse ruh eğer dilemezdim bekasını. 
Hülyası kalmayınca hayatın ne zevki var, 
Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar. 
"Yalnız duyan yaşar" sözü derler ki doğrudur; 
"Yalnız duyan çeker" derin, en doğru söz budur. 
Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi, 
Müşkil budur ki ölmeden evvel ölür kişi.

 

 




 

 

 

Yahya Kemal Beyatlı - Deniz Türküsü

 

Vala'ya 

Dolu rüzgarla çıkıp ufka giden yelkenli! 
Gidişin seçtiğin akşam saatinden belli, 
Ömrünün geçtiği sahilden uzaklaştıkça 
Ve hayalinde dolan aleme yaklaştıkça, 
Dalga kıvrımları ardında büyür tenhalık, 
Başka bir çerçevedir, gitgide, dünya artık. 
Daldığın mihveri, gittikçe, sarar başka ziya; 
Mavidir her taraf, üstün gece, altın derya... 

Yol da benzer hem uzun, hem de güzel bir masala 
O saatler ki geçer başbaşa yıldızlarla... 
Lakin az sonra leziz uyku bir encama varır. 
Hilkatin gördüğü rüya biter. Etraf ağarır. 
Som gümüşten sular üstünde, giderken ileri,

 
Ta uzaklarda şafak bir bir açar perdeleri... 
Musikîyle bir alem kesilir çalkıntı! 
Ve nihayet görünür gök ve deniz saltanatı! 

Girdiğin aynada geçmiş gibi diğer küreye, 
Sorma bir saniye, şüpheyle sakın: Yol nereye? 
Ayılıp neş'eni yükseltici sarhoşluktan, 
Yılma korkunç uçurum zannedilen boşluktan! 
Duy tabiatte biraz sen de ilâh olduğunu! 
Ruh erer varlığın zevkine duymakla bunu. 
Çıktığın yolda bugün yelken açık, yapayalnız, 
Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervasız 
Yürü! Hür maviliğin bittiği son hadde kadar! 

İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar.