TİTRASU -9
Titra gördüklerine inanmak istemedi. Gerçeği de değiştirmezdi. Beyaz at, yarışı kaybettiğini anlayınca, gitmekten vazgeçmişti. Su kaynağında mola vermek istemişti.
Mahluka, Titra’ya üzülmemesini yüksek sesle söyledi. Titra, babasının dediklerini duymak istemedi. Yarışı az farkla kaybeden Titra, attan indi. Elini yüzünü yıkadıktan sonra çimenlerin üzerine yattı. Gözlerini kamaştıran güneşe aldırmadı. İnadına mavi gözlerini yırtarcasına açtı. Yattığı yer yatak gibi gelmişti. Her şeyi unutup, uyumak istedi. Gördüklerinin rüya olmasını Tanrı’dan diledi. Ağırlaşan göz kapakları çok geçmeden kapandı.
Mahluka, Titra’nın yanına oturdu. Yarışı kaybettiği için üzüldüğünü biliyordu. Adil yarış olmasını Titra istemişti. Ve adil yarış olmuştu.
Mahluka derin nefes aldı. Oğlunun yüzüne dikktale baktı. O an aklından çok şey geçirdi. Her iki atta kendilerine göre yer bulup, oturdu. Günün yorgunluğunu atmak istercesine gözlerini kapattı.
Mahluka bir tarafta uyuyan iki ata, diğer tarafta uyuyan oğluna baktı.
***
Gün kararmak üzereydi. Titrasu şatosunun bahçesinde yeni hazırlıklar başlamıştı. Akşam yemeği için masalar özenle donatılıyordu. Herkes işinde gücünde çalışırken, Su şatodaki odanın penceresinden dışarıyı seyrediyordu. Kaygılı bakışları bahçede uzun süre gezindi. Geçmişte yaşadıklarını bir tarafa bırakmayı ne kadar söylediyse de, Mahluka’ya kabule ettiremedi. Mahluka son sözünü festival akşamı halasına söylemişti. Babasının nasıl acı çektiğini, oğluna hasret kaldığını defalarca anlatmıştı. Su, bunları düşünüyordu. Cişan, kardeşiydi. Mahluka’nın babası olmadan önce kendisinin ağabeyisiydi.
***
Su pencerenin önünden geriye doğru çekildi. Odanın kapısı açıldı. Kimin geldiğini görmek için arkasını döndü. İçeri giren Titra’ydı.
Çocuk telaşlı bir o kadar üzgün görünüyordu. Mavi gözleini Su halaya dikmiş öylece bakıyordu.
Kapının üzerinde durması Su halayı şaşırttı. Her zaman ki, kadife ses tonuyla; “Titra, içeri girsene. Kapıda öyle bekleme. Gel yavrum.”
Titra hiç harekette bulunmadı. Sadece bakıyordu. Birkaç kez yutkundu, yutkundu! Derin nefes aldı.
Su, Titra’ya doğpru bir kaç adım attı. Çocuk hiç harekette bulunmadı. Etrafını gözden geçirdi. Görmek isteyip, göremediği her neyse göremedi. Kapının kolunu bırakmadan, Su halanın yüzüne daha dikkatle baktı. Sorgular gibiydi.
Çocuğun tavrından bir şey anlamayan Su hala Titra’ya iyice yaklaştı. Elinden tutup odaya çektikten sonra kapıyı kapattı.
Titra’nın gözlerş hala odada gezinmektyedi. Radar gibi her yeri taradıktan sonra; “nerede, burda yok.”
Su hala kimi aradığını çocuğa sordu. Titra, boynunu bükerek; “yok işte! Nereye gitti?”
Su hala çocuğu kimden bahsettiğini hala anlamamıştı. Bilmece gibi konuşmamasını söyledi. Dahası aradığı her neyse bu odada bulamayacağını da ekledi. Çocuk hırçınlaştı. Elini hızla çekip; “gördüm, onu gördüm. Beraber üzüm yiyordunuz. Gördüm sizi babam çok üzgün. Hasta olacak. Onu üzdünüz. Bu şato bizim. Sen gitmelisin. Bize uğursuzluk getirdin.”
Çocuğun bu sözleri karşısında afallayan Su, ne diyeceğini şaşırdı. Ne söylemek istediğini önce anlayamadı. Parçaları teker teker yerine oturttu. Karşısında sekiz yaşında bir çouk duruyordu. Onunla neyi konuşabilirdi ki? Anlatmak istediklerini anlayamazdı ki? Çocuğu kendine çekip başından öptü. “bak yavrum, kimden söz ediyorusn anlamadım. Daha doğrusu anlamak istemiyorum. Henüz küçüksün. Büyüyünce baban sana her şeyi anlatacak. Sadece şunu bilmeni isterim. Ben de, bu şatoda doğdum. Ve on beş yaşına kadar burada yaşadım. Sonrası önemli değil.”
Titra, gözlerini daha da açtı. Meraklı bakışlarını Su halanın yüzünde gezdirdi. Öğrenmek istediklerini öğrenememenin huzursuzluğuyla; “O, nerde? Gitti mi?”
“Titra, yavrum! Sen niye bunları düşünüyorsun? Bak ne söyleyeceğim, akşam yemeğini birlikte yiyelim. Sana güzel masal anlatırım.”
“masal dinlemek istemiyorum. Ben gidiyorum. Uzun saçlıyı hiç sevmedim.”
Titra, koşar adımlarla kapıdan çıktı. Su, uzun uzun arkasından baktı. “Henüz çocuk, anlatsam da anlyamaz ki. Bir gün ama bir gün mutlaka öğrenecek.” Kendi kendine düşündü.
***
Mahluka, hazırlanan masalardan birinde oturmuş, Yaşlı bakıcı, Doğahan’la birlikte konuşuyordu. Mahluka, oldukça gergin ve sıkıntılıydı. Yaşlı bakıcının atlarla ilgili söylediklerini duymuyordu.
Doğahan’ın, her sözü kalbine kurşun gibi işleyerek canını sıktı. Doğahan’ın Titrasu şatosunda hak istemesi ve bunda ısrar etmesi kabul edilecek bir şey değildi.
Mahluka, artık Doğahan’ı da duymuyordu. Beyni iyice uyuştu. Her söz hançer gibi batıyor, gözleri kararıyordu.
Yaşlı bakıcı, konuşmasını bitirdikten sonra ayağa kalkarak; “ efendim atlarla ilgili anlatacaklarım bu kadardı. Eklemek istediğiniz birşey varsa dinliyporum.”
Mahluka uykudan uyanır gibi oldu. Gözlerini kırpıştırdı, etrafına bakındı. Karşısındaki adama ilk kez görüyormuş gibi baktı. Kendini toparlamaya çalışarak; “yo, yo sen işine bak.” Dedi ve gitmesi için eliyle işaret etti.
***
Doğahan küstahlığına ve ısrarına devam etti. Kuzen olduklarını her defasında le getirerek; “Mahluka, sen de bilirsin ki annem ve baban kardeşti. Gençlikleri bu topraklarda geçti. Sonra ne oldu bilmem ama büyükbabam çocuklarını cezalandırmış. Annem kendini korumak zorundaydı. Yetmiş sene bu topraklara annem gelmediyse önce Mavigök ve sonra senin yüzünden gelmedi. Zavallı Cişan dayıcığım, hep O’nu üzdünüz. Sen ve deden Mavigök.”
Mahluka Doğahan’ın sözünü kesti. Suçlamaların hiç birini kabul etmedi. Babasıyla Su halanın yaşadıkalrını elbette bilemezdi. Ancak büyükbabası Mavigök’ün iki çocuğunu cezalandırmasını nedenini büyükbabasından öğrenmişti. Bunun için gönlü rahattı. Ne var ki, Doğahan’ın suçlusu konuşması huzurunu ister istemez kaçırmıştı. Kral olduğu günden beri Titrasu halkının hep iyiliğini düşünmüştü. Geleneği bozmadan sürdürdü.
Yıllardır halkın yanında durmayı bildi. Halkı rahatsa kendi de, rahattı.
Tüm bunları, karşısında küstahça oturan Doğahan’ın bilmesine imkan yoktu. Her ikisi de aynı yaşta sayılırdı. Fakat Doğahan’ın karakteri Mahluka’ya göre oldukça zıttı. Sadece karakteri değil, görünüş itibarıyle de Mahluka’dan farklıydı. Uzun siyah saçları, çekik siyah gözleri, burnunu basık gösteriyordu.
Mahluka birkaç kez yutkundu. Etrafını iyice süzdükten sonra; “sen buralara ait değilsin. Annen bu topraklardan yıllar önce kaçıp gitti. Bir daha hiç dönmedi. Büyükbabamın çektiği ıstırabı ben çok iyi biliyorum. Babamın cezalandırılmasını da. Su halam, giderken hiç bunları düşünmedi. Sadece kendini düşündü. Babamın cenazesine bile gelmedi.”
Doğahan birden sözünü keserek; “Mahluka burada yanılıyorsun. Annem ağabeyisinin öldüğünü çok sonra duydu. Gelmek istedi. Fakat gelemedi.”
Mahluka, başını iki yana salladıktan sonra “gelebilirdi. Su halam gelebilirdi. Büyükbabam ölmüştü. Onu engelleyen neydi?”
Doğahan hiç düşünmeden; “sen! Sen Mahluka. Annemin bu topraklara gelmesini sen engelledin.” Deyip ayağa kalktı. Birkaç adım attıktan sonra durup, Mahluka’ya baktı ve; “şimdi gidiyorum. Ama şatodan değil, senin yanından kalkıyorum. Sana bir kaç gün süre, düşün ve kararını bildir.” Dedikten sonra uzaklaştı.
Mahluka oturduğu yerden tek kelime etmeden sadece arkasından baktı.
***
Titrasu şatosunun üzerine akşam hüznü çöktü. Festivalle şenlenen bahçe yalnızlığa gömüldü. Atlar ahırda, çalışanlr evlerine çekildi. Ay, her zamanki kararlılığıyla araziyi aydınlatmanın mutluluğundaydı. Bulut uzaklarda ay, tek başınaydı. Her ikisi de gökyüzünün ayrılmaz birer parçalarıydı. Yıldızlar, geceyle birlikte motif gibi işlenmişti. Ay ve yıldız arasında farklı bir ahenk vardı. Birbirlerini kapatmadan öylece dönüp duruyordu. Bulutun yaptığının hiç birini birbirlerine yapmıyorlardı.
Mahluka, oadaında derin düşünceye dalıp gitmişti. Doğahan meselesi canını daha da, sıktı. Mavigök’ün ölümğnden yirmi yedi yıl geçmişti. Bu ne demekti, Mahluka yirmi yedi yıl Titrasu şatosunun kralı!
Oturduğu yerden ayağa kalkan Mahluka, önce pencereye ardından kapıya doğru gitti. Bir müddet olduğu yerde kaldı. Odasını ilk kez görüyormuş gibi çevresine bakındı. Sağda büyük bir masa etrafında sandalyeler, kapının karşısında büyükçe bir kral tahtı, masanın karşısında tahtadan yapılmış koltuklar. Koltukların arkasında, ince uzun üç adet pencere, her biri demir korkuluklu.
Mahluka, gözlerini odada gezdirdikten sonra odadan çıkacağı sırada, Titra, tek nefes geldi. Mahluka, Titra’yı karşısında göünce oldukça şaşırdı. Çocuk kesik kesik konuşarak br şeyler anlatmaya çalışıyordu. Koşup geldiğinden kelimeler net çıkmıyordu.
Mahluka, çocuğun kolundan tutup odaya soktu. Ardından kapıyı kapattı. Bir müddet konuşmadı. Olan biteni öğrenmek için Titra’nın sakinleşmesini söyledi.
Titra, babasını duymuyordu. Kesik kesik konuşmasını sürdürdü.
Mahluka, çocuğun kendisine gelmesi için sabırla bekledi. Bir şeyler olmuştu, neler olduğunu bilmese de, tahmin edebiliyordu. Titra’y bugüne kadar hiç böyle görmemişti. Heyecanlı konuşması, korkutuyordu.
Mahluka, çocuğu masanın önündeki sandalyeye oturttu. Kendisi de, yanına oturdu. “Titra, bana söyle! Neler oldu? Önce sakinleş. Nefesini düzelt sonra olan biteni anlat.”
Titra babasının yüzüne baktı. Söylemek istediklerini bir türlü toparlayıp söyleyemiyordu. Gördükleri, işittikleri karşısında korkmuştu. Babasına her şeyi anlatmak istiyordu fakat nasıl söze başlayacağını bir türlü ayarlayamıyordu.
Mahluka, oğlunun sakinleşmesi için her türlü yolu denedi. Çocuk, az da olsa biraz sakinleşmişti. Herşeyi anlatmak için babasının bir şeye söz vermesini istedi. Mahluka, nereye söz vermesi gerektiğini anlayamadığından çocuğa tekrar sordu.
DEVAMI HAFTAYA
Sessiz Gemi
Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli,
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.
BİR BAŞKA TEPEDEN Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer. Nice revnaklı şehirler görülür dünyada, Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan. Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü'yada Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan. RİNDLERİN AKŞAMI Dönülmez akşamın ufkundayız.Vakit çok geç; Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç! Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile, Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle. Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece. Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince, Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül! Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül. Yahya Kemal BEYATLI MEHLİKA SULTANMehlika Sultan'a âşık yedi genç Gece şehrin kapısından çıktı: Mehlika Sultan'a âşık yedi genç Kara sevdalı birer âşıktı. Bir hayâlet gibi dünya güzeli Girdiğinden beri rü'yâlarına; Hepsi meshûr, o muammâ güzeli Gittiler görmeye Kaf dağlarına. Hepsi, sırtında aba, günlerce Gittiler içleri hicranla dolu; Her günün ufkunu sardıkça gece Dediler: ''Belki bu son akşamdır'' Bu emel gurbetinin yoktur ucu; Daimâ yollar uzar, kalp üzülür: Ömrü oldukça yürür her yolcu, Varmadan menzile bir yerde ölür. Mehlika'nın kara sevdalıları Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya, Mehlika'nın kara sevdalıları Baktılar korkulu gözlerle suya. Gördüler: ''Aynada bir gizli cihân.. Ufku çepçevre ölüm servileri.....'' Sandılar doğdu içinden bir ân O, uzun gözlü, uzun saçlı peri. Bu hâzin yolcuların en küçüğü Bir zaman baktı o viran kuyuya. Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü Parmağından sıyırıp attı suya. Su çekilmiş gibi rü'yâ oldu!.. Erdiler yolculuğun son demine; Bir hayâl âlemi peydâ oldu Göçtüler hep o hayâl âlemine. Mehlika Sultan'a âşık yedi genç Seneler geçti, henüz gelmediler; Mehlika Sultan'a âşık yedi genç Oradan gelmeyecekmiş dediler!.. Yahya Kemal BEYATLI
GECE BESTESİO kuş en kuytu bahçelerde öter;Sarmaşıklarla yüklü vâdîde;Hiç bir el değmemiş ağaçlarda;Geceden tâ şafak sökünceye dekYükselir perde perde içli sesi;En uzun nağmesiyle, bir müddet,Gaşyeder yer yüzünde dinliyeni;Bir zaman gök yüzünde yalnız o ses,O terennüm kalır;Gaşyolur dinledikçe yaldızlar.O kuş ancak bahâr olunca gelir;Nerelerden gelir?Kimse bilmez, bu bir muammâdır;Bahâr erince sonaKaybolur, başka bir bahara kadar.O kuşun ömrü, bir güzel gecede,Bir güzel beste söylemekle geçer.O kuş en kuytu bahçelerde öter;Hayâl içinde yaşar,Hayâl içinde ölür. Yahya Kemal BEYATLI