MEVLÂNA (1207-1231)

                            MEVLÂNA (1207-1231)

Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesinin Belh şehrinde doğmuştur.

                            MEVLÂNA (1207-1231)

 

        Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesinin Belh şehrinde doğmuştur.

Mevlâna'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultanı" unvanını almış olan Hüseyin Hatibi oğlu Bahâeddin Veled'tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur. Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh’ den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh’ den ayrıldı. Mevlana dervişler Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır. Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâbe’ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldiler. Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.

1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'l-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar. Mevlâna 1225 yılında Şerafettin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi. Bu yıllarda Anadolu’nun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkârlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubad idi. Alâeddin Keykubad Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi. Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini Mevlana Celalettin Rumi muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler. Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu Sarayının Gül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhındaki bugünkü yerine defnolundu.

 Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müritleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu. Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems’te "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebriz’inin yerini doldurmaya çalıştılar. Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk' ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını Mevlâna'nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı. Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

Hz. Mevlânâ’nın Vasiyeti:

Size, gizlide ve açıkta Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, isyan ve günahları terk etmeyi, oruç tutmayı, namaza devam etmeyi, sürekli olarak şehveti terk etmeyi, bütün yaratıklardan gelen cefaya tahammüllü olmayı, aptal ve cahillerle oturmamayı, güzel davranışlı ve olgun kişilerle birlikte bulunmayı vasiyet ediyorum. İnsanların en hayırlısı, insanlara yararı olandır. Sözün en hayırlısı, az ve anlaşılır olanıdır.

 

"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!

Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir"

 

 

Mesveni'den Örnek Hikâyeler:

 

Tüccar ile Papağanı:

 

              Bir tüccarın, kafese kapattığı çok güzel bir papağanı vardı. Bir gün Hindistan'a gitmesi icap etti. Herkesten ne istediğini sordu. Sıra papağana gelince, dedi ki: "Oradaki papağanlara söyle, siz serbestçe gezip dolaşırken, benim kafeslerde kapalı olmam, doğru mudur? Bir sabah vakti beni de hatırlayın da, birazcık mutlu olayım."

Tüccar, Hindistan'a vardı. Gördüğü papağanlara kendisini tanıtarak, papağanının söylediklerini nakletti. Ancak, sözü biter bitmez, papağanlardan biri anında düşüp öldü.

Tüccar, memleketine döndü. Olanları kendi papağanına da anlattı. Papağan da kafesin içinde önce titredi, sonra hareketsiz kalıp öldü. Tüccar çok üzüldü. Kafesi açıp, ölü papağanı alıp pencerenin kenarına bıraktı. Bırakır bırakmaz, papağan canlanıp uçtu. Tüccara da dedi ki:
"O Hindistan'daki papağan, selamımı alınca, ölmüş gibi yaptı. Yani bana dedi ki, 'Kafesten kurtulmak istiyorsan, öl' Ben de onun dediğini yaparak kurtuldum."

 

Hayvanların Dilini Anlayan Adam:

            Adamın biri Hz. Musa'ya gelip, "Hayvanların dilinden anlamak istiyorum" diye istekte bulunur. Hz. Musa ne kadar "hayır, olmaz" dese de talebinden vazgeçmez. "Hiç olmazsa, evdeki horoz ve köpeğin dilinden anlayayım" diye adetâ yalvarır. Hz. Musa "peki" der. Adam memnundur.

                Ertesi gün, yere düşen bir ekmek parçası için horoz ve köpek kapışırlar. Horoz der ki, "Merak etme, yarın efendimizin eşeği ölecek, et yersin." Bunu duyan adam, hemen eşeği götürüp satar. Köpek, horoza "Et yiyecektim ama eşek gitti, şimdi ne olacak?" diye sitem eder. Horoz da: "Yarın at ölecek, onun etini daha çok yersin" der. Adam bunu duyunca, atı da götürüp pazarda satar. Keyfine diyecek yoktur. Bu arada, köpek horoza iyice kızmıştır. Yalancılıkla dahi suçlar. Horoz, "Kızma, yarın efendimizin kölesi ölecek, bol bol helva ve yemek yiyeceksin" der. Adam, bunu da duyar, zevkten dört köşe, köleyi de götürüp pazarda satar.

Köpek, artık hiddetten köpürmektedir. Horoza, "Senin yalanlarından bıktım, usandım" der. Horoz ise: "Hayır, hiç yalan söylemedim. Bu eve bir ölüm gelecekti. Eşek burada ölseydi, iş noktalanacaktı. Ancak efendimiz eşeği sattı. Sıra ata geldi, onu da sattı. Sıra köleye geldi, onu da sattı. Ne yazık ki, artık sıra efendimize gelmiştir. O ölünce, hepimizin karnı doyacak" dedi.

              Bunu duyan adam ağladı, sızladı, dövündü, başını taşlara vurdu ama ne çare? İş işten geçmişti.

 

 

****

                               CARİYEYLE PADİŞAH 

 

Çok eski zamanlarda bir padişah vardı. En son aldığı cariyeye aşık olmuştu. Ancak, cariye hastalanıR? Bütün hekimler seferber olup, "Kolay, hallederiz" dediler. Hiçbiri "Allah isterse" demediği için, cariye bir türlü iyileşmedi. Bilakis günden güne, hastalığı daha da arttı.

Padişah hekimlerin başarısızlıklarını görünce, ağlayarak Allah'a yalvarmaya başladı: "Yarabbim, sen varken tuttuk bir ölümlü cariyeye gönül verdik. Hastalandı, medeti senden değil, hekimlerden bekledik, bağışla beni."

Bu yalvarma, Allah'a hoş geldi. Gece padişah uyurken, rüyasında ak sakallı bir ihtiyar göründü ve, "Yarın yanına bir garip kişi gelecek. Bu ki o bizdendir. Hastanı iyileştirecek." dedi.

Ertesi gün, beklenen kişi gelince, padişah herkesten Önce koşup, kapıyı açtı. İzzet, ikramda bulundu. Sonra, kişi hastayı muayene etti. Anladı kî, kızın derdi, gönül derdidir. Bulmak için, kızın nabzım tutup, hayat hikâyesini anlattırmaya başladı. Niyeti, hangi isim geçtiğinde, kızın nabzının atışı artıyorsa, böylelikle sevdiği kişiyi öğrenmekti. Kız anlattı, hekim dinledi. Semerkand'a gelinceye kadar. Sonunda, kızın Semerkand'lı bir kuyumcuya aşık olduğunu öğrendi. Kızı muayene eden hekim, kızı bu üzüntüden kurtarmak için, kuyumcuyu bulmaya karar verdi. Yalnız, kızdan bundan sonra neşelenip gülmesini, padişaha da bir şey söylememesini tembih etti. Sonra da padişahın huzuruna çıkıp, "Kızın iyileşmesi İçin, bu kuyumcunun bulunması gerekir' dedi.

Padişah, kuyumcuyu buldurtup, sarayına getirtti. Onu Kuyumcubaşı yaptı. Cariyeyi de kuyumcuya verdi. Aradan altı ay geçmeden, cariye sapasağlam oldu. Bu sefer, bizim hekim bir şurup yapıp kuyumcuya içirdi. Çok geçmeden kuyumcu eriyip solmaya başladı. Bu çirkin halini gören kız ondan soğudu. Bir müddet sonra da kuyumcu Öldü. Ölmeden önce de şunları söyledi: "Bu dünya bir dağa benzer. Yaptıklarımız dağa seslenmek gibidir. Sesimiz, güzel de olsa çirkin de olsa, dağa çarpıp geri dönerek, gelir bizi bulur."

 

Namazda Konuşan Hintliler:

 

Dört Hintli birlikte namaza durmuşlardı. Biri, namazda iken, müezzine sordu: "Ezan okundu mu?" Yanında ki atıldı: "Ezan okunmasa idi, şimdi namazda olur muyduk?" Üçüncüsü, "konuştuğunuz İçin namazınız bozuldu, susun" dedi. Dördüncüsü de: "Şükürler olsun ki, ben boşu boşuna konuşup da namazımı bozmadım" dedi.

Ancak şurası kesin ki, dördünün de namazı bozulmuştu.

Ne mutlu o kişiye ki, kendi ayıbını görür; kim birinin ayıbını görürse, o ayıbı kendisinde bulur.
Sende o ayıp yoksa da, yine emin olma; çünkü o ayıbı bir gün sen de yapabilirsin; o ayıp seni de bulur.

 

 

Aslan'ın Payı:

 

        Aslan, kurt ve tilki ormanda avlanıyorlardı. Akşama kadar bir öküz, bir keçi, bir de tavşan avladılar. Sıra bölüşmeye gelmişti. Aslan, Kurt'a pay etmesini söyledi. Kurt, öküzü aslana, keçiyi kendisine, tavşanı da tilkiye verdi. Aslan buna sinirlenerek, bir pençede kurdu yere serdi. Sonra da, tilkiye aynı işlemi yapmasını söyledi. Tilki, "Ey büyük sultan, pay etmek ne haddime. Şu küçük tavşan sabah kahvaltınız, keçi öğlen yemeğiniz, Öküz de akşam yemeğiniz olmalıdır" deyince, aslanın ağzı kulaklarına vararak tilkiye sordu: "Bu kadar adaletli paylaşımı nereden öğrendiniz?" Tilki: "Şu haddini bilmez kurdun halinden" diyerek cevap verdi.
Akıllı o kişidir ki, dostlarının başına gelenlerden ders alır.


Padişahın Yeni Köleleri:

Padişah'ın bir iki tane köle satın aldı. Huzuruna teker teker çağırdı, konuştu. Biri, diğerinin hakkında çok güzel şeyler söylemişken, diğeri onun hakkında olmadık ağır sözler sarf etti. Padişahta diğerini huzurundan kovdu, Öbürünün de hayatını bağışladı.

insanoğlu dilinin altında gizlidir. Bu dil can kapısına perdedir. Güzel ve iyi görünüş, güzel bir huyla birleşmezse beş para dahi etmez.

 

İbrahim Edhem:

İbrahim Edhem, adaletli ve şanlı bir padişahtı. Bir gün tıkırtılar duydu. Sesin geldiği yere varınca, o zamana kadar hiç tanımadığı bir bölük halk gördü. "Ne arıyorsunuz, bu damın başında?" diye sordu. "Develerimizi" dediler. "Bu damın başında deve ne gezer?" diye sorunca da "Peki, sen tahtın üzerinde Allah'ı arayıp bulmayı ümit ediyorsun da, biz damda deve arayınca mı olmuyor" diye cevap verdiler.

"Eyvah ki, eyvah" deyip, tahtı da, tacı da terk etti. O günden beri bütün insanlık, onun adını söyler oldu.

 

 

Hırsız:

Bir gün hırsızın biri, bir bahçeye girip, meyve ağacının üstüne çıktı. Bir yandan yiyor, bir yandan da yerlere döküyordu. B ahçe sahibi bu durumu görünce: "Behey Allah'tan korkmaz, kuldan utanmaz, bu ne densizliktir" diye seslendi. Hırsız, büyük bir pişkinlikle: "Ne bağırıyorsun, bahçe Allah'ın, meyve Allah'ın, sana ne oluyor?" dedi. Mal sahibi, "öyle mi?" diye kafasını salladı.

Sonra da adamlarına, hırsızı falakaya yatırmalarını söyledi. Hırsız sopayı yedikçe: "Yapmayın, etmeyin. Allah'tan korkun" diye yalvarmaya başlayınca, bahçe sahibi: "Ne bağırıp duruyorsun? Sopa Allah'ın sopası, vuran da Allah'ın kulu."

 

 

Fil Yavruları:

Akıllı bir adam, uzak yoldan gelen fakir üç kişinin hallerini görünce, onlara Öğüt verdi: "Biliyorum fakir ve açsınız. Buradan köyünüze giderken ne kadar aç olursanız olun, sakın ha önünüze çıkan, fil yavrusunu yemeyiniz" diye öğüt verdi. Nitekim bizimkiler yollarında giderlerken fil yavrusunu gördüler. Söylenenleri unutup, fil yavrusunu yakalayıp, pişirip yediler. Sadece içlerinden bir tanesi, arkadaşlarını engelleyemese de, öğüde uydu yemedi. Gece olunca uyudular.

Gece olunca kızgın fil arayıp onları buldu. Hepsinin tek tek ağızlarını kokladı. Sadece yemeyene dokunmadı. Diğerlerini ise parçalayarak öldürdü.

 

Serçe'nin Avcı'ya Verdiği Öğüt:

Bir gün, avcının biri, bir serçeyi yakalar. Serçe ona der ki: "Benim bir lokma etimden ne olacak ki? Sen beni serbest bırak, ben de sana hayatta her zaman gerekli olacak, üç tane öğüt vereyim." Avcının aklı yatar ve kuşu serbest bırakır. Kuş uçup yüksekçe bir dala konduktan sonra başlar: "Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin, inanma," bu birinci öğüdüdür.

İkinci Öğüt: "Geçmiş gitmiş şeyler için üzülme; bir şey senden gittikten sonra, onun özlemini çekme," dedikten sonra, "Benim karnımda on dirhem inci vardı, beni bırakınca, inciden oldun" diye devam etti. Bunu duyan avcı başladı, "ah aptal kafam" diyerek dövünmeye. Kuş bunun üzerine, "Hani geçmiş gitmiş şeyler için üzülmeyecektin." der.

Avcı "haklısın" deyip, üçüncü Öğüdü de vermesini ister. Lakin kuş, "Diğer öğütlerimi tuttun mu ki, üçüncüsünü de tutasın" diyerek uçup gider.

Uykuya dalmış, bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır. Aptallık ve bilgisizlik yırtığı, yama kabul etmez.

Mevlana Celaleddin Rumi

ŞİİR

 

Etme

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme.
Başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme.

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı? 
Hangi hasta gönüllüyü kastediyorsun, etme.

Çalma bizi, bizden bizi, gitme o ellere doğru.
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme.

Ey ay, felek harab olmuş, altüst olmuş senin için...
Bizi öyle harab, öyle altüst ediyorsun, etme.

Ey, makamı var ve yokun üzerinde olan kişi,
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme.

Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan. 
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme.

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan.
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme.

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer; 
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme.

Ey, cennetin cehennemin elinde olduğu kişi,
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme.

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize,
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun, etme.

Bizi sevindiriyorsun, huzurumuz kaçar öyle.
Huzurumu bozuyorsun, sen mahvediyorsun, etme.

Harama bulaşan gözüm, güzelliğinin hırsızı.
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun, etme.

İsyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil.
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme.

Mevlana Celaleddin Rumi