.Cebrail'i Ağlatan İki Olay

 .Cebrail

Bir bayram günü Peygamber Efendimizin torunları Hz.Hasan'la Hüseyin'in elbise istediği rivayet edilir.

             .Cebrail'i Ağlatan İki Olay

 

Bir bayram günü Peygamber Efendimizin torunları Hz.Hasan'la Hüseyin'in elbise istediği rivayet edilir.

Peygamber Efendimiz yoksul… Damadı Hz Ali ve kızı Hz Fatıma fakir Hz.Cebrail'in bile gözünü yaşartan güzide torunların bu isteği iki tane bembeyaz kumaştan elbiseyi Peygamber Efendimize hediye etmesiyle neticelenir. Ama çocuklar pek memnun kalmazlar ve "keşke renkli olsaydı" diye ağlamaya başlarlar.

Torunları Hasan ve Hüseyin’in elbisenin rengini beğenmemesi üzerine Peygamberimiz Hz Cebrail'e bakar Hz Cebrail Efendimiz'e "su atın üzerine Efendim çocuklar hangi rengi istiyorsa o renge bürünsün" der. Efendimiz elbiselerin üzerine biraz su serptiğinde HzHasan'ın elbisesi sarıya Hz Hüseyin'in elbisesi kırmızıya dönüşür Hz

Cebrail ağlamaya başlar.Peygamber Efendimiz bunun üzerine "Çocuklar memnun kaldılar Niye ağlıyorsun ki?" der HzCebrail "Ne acı ki Hz Hasan ileride zehirlenerek vefat edecek Hz Hüseyin al kanlarla öbür âleme yürüyecek". Bu renkler onun rengidir.

Taberani'nin Mu'cemu'l-Evsat'ta belirttiğine göre Enes bin Malik (RA)'dan şöyle rivayet edilmiştir: Bir gün Hz

Cebrail alışılmışın dışında bir saatte Hz Peygamber (SAV)'e geldiğinde yüzünün rengi iyi değildir. Hz Peygamber kendisine: "Niye yüzünün renginin uçuk olduğunu" sorduğunda Hz Cebrail şöyle der; “Cehennem ateşinin kabir azabının her şeyden ağır olduğunu bilen kimsenin bunlardan emin olmadıkça (yani oraya girmeyeceği garanti olmadıkça) yüzü gülmemelidir" der.

Bunun üzerine Hz Peygamber (SAV) Cebrail'e: "Ey Cebrail! Bana cehennemi anlat" der. Cebrail yüreklere korku salan müthiş şeylerden bahseder Bunun üzerine Peygamber Efendimiz"Bu kadar yeter daha anlatma! Nerdeyse kalbim parçalanıp öleceğim" der ve ağlamaya başlar.

Fakat Cebrail'e bakınca onun da ağladığını görür. Bunun üzerine "Ey Cebrail! Allah katındaki mevkiine ve derecene rağmen sende mi ağlıyorsun?" der Hz Cebrail şöyle cevap verir: "Neden ağlamayayım ki? Kim bilir belki de benim de başıma Şeytan’ın başına gelen şeyler gelebilir. Zira (başlangıçta) o da iyilerdendi Kim bilir Harut ile

Marut'un uğradığı akıbete ben de uğrayabilirim." Cebrail’in bu sözleri üzerine ikisi beraber ağlamaya devam ederler. Nihayet kendilerine şöyle bir ses gelir: "Ey Muhammed ve Ey Cebrail! Allah sizleri kendine asi gelmekten emin kıldı...

***

 

Fırıncının ölümü

 

Müderris Ahmed Asım Efendi, bir hatırasını şöyle anlatmaktadır:

"Talebelik zamanında bizim medreseye en yakın fırından ekmek alırdım. Senelerce bu

fırının müşterisi olmaya devam ettim. Bir sabah yine âdetim üzere ekmek almak mak

sadıyla bu fırına geldiğimde, fırında çalışan bir işçinin, bir haksızlığına maruz kaldım.

Herkese ekmek veriyor, sıram gelip geçtiği halde bir türlü beni görmüyordu. Adamı şöyle

ikaz ettim, böyle hatırlatmada bulundum ise de, hep bana ters cevap veriyordu. Ön sırada

beni görmezlikten gelip, hep arka sıralardakileri tercih ediyordu.

Artık canım burnuma gelmişti, bu haksızlık karşısında. Fırının yanında, ayak altında duran

bir taşı kaptığım gibi, adamın üzerine yürümeye karar verdim. Ama tam o sırada birden aklıma geldi: "Buadam bir belâya müstahak hale gelmişse, neden bunu benim elimden bulsun? Ben de onu belâya atan adam suçunu yükleneyim?

Sabredeyim, mutlaka bunun içinde bir hayır vardır" dedim. Nihayet herkes ekmeğini alıp

gittikten sonra, bana da istediğimi verdi, dershaneme geri döndüm. Bir gün sonra fırına

gittiğimde ise, adamın yerinde olmadığını gördüm. Sordum; dediler ki: "O işçi, dün aniden

hastalandı, şu anda ölümle burun burunadır.

 Fakat bir türlü ölemiyor, can çekişip duruyor"

Hemen aklıma geldi, ona vurmayı niyet ettiğim taşı alıp, ziyaretine gittim. Taşı alnına

değdirip yorganın üstüne koydum. Az sonra adam kolayca son nefesini veriverdi.

Çünkü bu taşla onun eceli gelecekti. Bununla ömrü bitecekti. Fakat sabrım sebebiyle, o taşı

ona vuran ben olmaktan kurtulmuştum. 

 

***

 

BOSTAN BEKÇİSİ

 

                 Evliyanın büyüklerinden İbrahim bin Edhem, anlatıyor:

Babam Horasan Belh hükümdarlarındandı. Bir gün atına binip ava çıkmıştım. Önüme çıkan -tilki veya tavşan- bir hayvanı kovalıyordum. Arkadan bir ses duydum:- Ey İbrahim, sen bunun için yaratılmadın, bununla emrolunmadın! Sağa-sola bakındım, fakat kimseyi göremedim. Aynı sesi daha açıktan, sonra da pek yakından yine iki kere duydum. Bu sefer durdum ve dedim ki: Bu bana Allah'tan bir uyarıdır.  bugünden sonra Rabbime isyankârlık yapmam.

Atımı sürüp babamın bir çobanına geldim. Onun çoban elbisesini aldım, kendi kıymetli elbiselerimi ona bıraktım. Dağları, ovaları aşarak yürüdüm; Irak ülkesine ulaştım. Oralarda günlerce işçi olarak çalıştım. Fakat helal kaygısından hiçbir şey bana huzur vermiyordu.

Bazı olgun kişiler, safi helal kazanç için Şam ve Tarsus tarafına gitmemi tavsiye etmişlerdi. Oralara gittim. Tarsus'ta iken nice günler bostanlarda bekçilik yaptım. 

Bir gün bostan sahibinin arkadaşları gelmişti. 

Adam dedi ki: - Ey bağ bekçisi! Git de narların en iyisinden biraz getir.

Bir miktar nar getirdim. Adam narı kesince, ekşi olduğunu gördü. O zaman dedi ki:

- Sen bunca zamandır bahçemizde bekçisin; meyve ve narlarımızdan da yiyorsun. Tatlıyı ekşiden ayıramıyor musun?

- ben meyvelerinizden bir şey yemedim, tatlısını da ekşisinden ayıramam!

Adam şaşkın bir edayla bana şunu söyledi:

- Hayret bir şeysin yahu! Sen İbrahim Edhem olsan, bundan fazla olmazdın.

Ertesi gün bu haber halk arasında yayılıverdi. Meraklı insanlar, gruplar halinde bahçeye akın etti. Gelenlerin çoğaldığını görünce, ben bir yanda saklandım. İnsanlar bahçeye dolarken, aralarından sıyrılıp kaçıverdim...

 

****

 

 

 

 

 

HABİB BABA VE DÖRDÜNCÜ MURAT 


               Dördüncü Murad devrinde, kimsenin tanımadığı; adı sanı duyulmayan, fakat Allah katında çok büyük bir değere sahip bir gönül eri yaşardı: Habib Baba…

Yaşlıydı… Fakirdi… Garibandı…

Ama Rabbine olan yakınlığı, dünyanın bütün servetlerinden daha zengindi.

Günlerden bir gün, Erzurum’dan İstanbul’a uzanan uzun ve meşakkatli bir kervan yolculuğundan dönmüştü. Üzerinde yolun tozu, yorgunluğun ağırlığı vardı.

Niyeti yalnızca şuydu:

“Rabbimin huzuruna daha temiz çıkayım.”

Bu niyetle bir hamamın kapısını çaldı.

Ancak hamamcı mahcup bir edayla:

— “Bugün hamam kapalı baba… Padişah IV. Murad’ın vezirleri gelecek.” dedi.

Habib Baba mahzun ama kararlıydı.

Israr etmedi… Yalvardı.

Himmet etti… Rica etti:

— “Evladım, bu hâlimle Allah’a ibadet etmeye utanıyorum. Kimseye görünmeden, bir köşede yıkanayım… Ne olur…”

Hamamcı insaf sahibiydi. Dayanamadı:

— “Peki baba… En son odaya gir. Çabuk yıkan. Kimseye görünme. Para da istemem… Yeter ki vezirler seni fark etmesin.”

Habib Baba şükrederek hamama girdi, gösterilen odaya çekildi.

Aradan çok geçmedi…

Hamamın kapısından uzun boylu, vakur duruşlu, fakir kıyafetler içinde bir delikanlı girdi.

Kimse bilmiyordu…

O delikanlı Sultan IV. Murad’ın ta kendisiydi.

Vezirlerinin kendi yokluğunda ne yaptığını merak etmiş, kılık değiştirerek hamama gelmişti.

Hamamcı, az önce yaşanan konuşmanın aynısını bu kez bu delikanlıyla da yaşadı. Israra yine dayanamadı ve:

— “Son odada bir ihtiyar var. Yanına gir, sessizce yıkan. Sakın kimseye görünme.” dedi.

Ve Sultan IV. Murad, Habib Baba’nın yanına sessizce girdi.

Hamamın büyük salonundan defler, dümbelekler, kahkahalar yükseliyordu.

Vezirler eğlencedeydi.

Habib Baba, gencin sırtına baktı:

— “Evladım, sırtın çok kirlenmiş. İzin verirsen keseleyeyim.” dedi.

Sultan şaşırdı…

Hayatında ilk kez biri, kim olduğunu bilmeden, karşılıksız bir iyilik teklif ediyordu.

— “Buyur baba… Ellerine sağlık.” diyerek diz çöktü.

Habib Baba sırtını keseledi.

İşi bitince Sultan bu iyiliğin altında kalmak istemedi:

— “Şimdi sıra bende baba… Ben de seni keseleyeyim, ödeşelim.” dedi.

Habib Baba kabul etti.

Bu kez diz çöken oydu.

Sultan, bir yandan kese yaparken bir yandan da söze girdi:

— “Baba, şu hale bak… Şu devirde Sultan IV. Murad’ın veziri olmak var. Onlar içerde eğleniyor, biz burada gizli gizli yıkanıyoruz.”

Tam bu sözler bitmişti ki…

Habib Baba öyle bir cümle söyledi ki,

Sultan’ın elindeki kese yere düştü.

Nefesi kesildi.

Habib Baba dedi ki:

— “Evladım… Sultan IV. Murad kimdir ki?

Sen kendini âlemlerin Sultanı olan Allah’a sevdir…

O zaman, Sultan IV. Murad bile gelir, sana sırtını keseletir.”

O an Sultan IV. Murad anladı…

Saltanatın, tahtın, gücün değil;

Allah’a yakınlığın insanı yücelttiğini…

Ve Habib Baba’nın kimsenin bilmediği bir Allah dostu olduğunu…