Bir roman, bir tiyatro, bir hikaye…  

   Bir roman, bir tiyatro, bir hikaye…  

Bu haftadan itibaren her Cuma günü bu köşede roman, tiyatro ve hikaye eserlerinin tefrikası yapılarak, siz değerli okuyucularımızla buluşturulacak. Bu hafta Duygu Karahasanoğlu’nun yazdığı; “Gizemli Yolculuk” adlı romanın tefr

           Bir roman, bir tiyatro, bir hikaye…        

 

          Bu haftadan itibaren her Cuma günü bu köşede roman, tiyatro ve hikaye eserlerinin tefrikası yapılarak, siz değerli okuyucularımızla buluşturulacak.

Bu hafta Duygu Karahasanoğlu’nun yazdığı; “Gizemli Yolculuk” adlı romanın tefrikası.     

   

  GİZEMLİ YOLCULUK

        BÖLÜM 1

         Her kabile kendi töresini yılın belli ayında, kocaman ateş etrafında dans ederek kutlardı. Diğer kabilelerden gelen misafirlerde törene ayak uydurup, kendi şarkılarını söylerdi. 

Güneş doğmadan bakire bir kızın kurban edilmesine hepsi tanık olurdu. Bakire, önce ateş etrafında dans edip, o güne değin yaptığı günahlardan arındırılırdı. Kabilenin ikinci reisin emriyle bakirenin giysileri çıkartılıp, ateşe atılarak, yakılırdı. Gözleri, saçları sarı bez parçasıyla bağlanırdı. Bazen bakireler ateşin içine oturtularak yanmaları izlenirdi. Küçük çocukların katılmadığı törenin, başka özelliği de, yirmi yaşında iki gencin evlendirilerek, bakire ve davetlilerin önünde seviştirilmesiydi. Nikahı kabul etmek istemeyen genç, bakirenin yerine kurban edilirdi. 

Törenden bir hafta önce evlenecek gençleri kendi elleriyle seçen kabile reisi o gece onların nikahını kıyar ve onları birlikteliğe hazırlardı. Reisin sözlerini dikkatlice dinleyen gençler, söylenenleri harfi harfine yerine getirmek için büyük baskı altında olurdu. 

O gece gelin olan genç kız, beyaz güller ve kırmızı karanfillerle süslenirdi. Uzun  saçların her teline yerleştirilen çiçekler, güneşin doğuşu ve batışını simgelerdi. Evlendiği gençle yaşayacaksa, kırmızı karanfiller sabahın ilk ışıklarıyla ateşe atılırdı. Kabul edilmediği zaman, beyaz güllerle güneşin doğmasıyla kurban edilirdi. 

         Her zaman bakireler kurban edilmezdi. Yılın ilk altı ayın son ayında bakireler, son altı ayın ilk ayında bakirler kurban edilirdi. Onun için gençler, reisin sözünden dışarı çıkmaya korkardı. Ölüm gençlerin baş ucunda dolaşan büyük bir kabustu. Kabustan kurtulmanın tek yolu evlilikten geçiyordu. Ancak evlilik, her gence nasip olmuyordu. Bakir ve bakireler yirmi yaşını geçene kadar ecel terleri döküyordu.   

         Kabile reisi, törenin üzücü ve sevindirici yanlarını, değişik inançlara bağlıyordu. Kurban gecesi evlenen gençlerin çocukları daha savaşçı, daha cesur olurdu. Bu inanış birazda kutsal sayılırdı. 

O gece evlenenler Tanrı tarafından kutsanırdı. Reis, büyük iki halkanın içerisinde bir saat dans ettirdiği gençleri, önceden hazırlattığı özel masaya davet ederdi. İki ayrı şişede hazırlanan bitki suları dua eşliğinde içildikten sonra insan kanıyla kavrulan etler yenilirdi. 

Evlendirilen çiftin, önüne iki büyük balık konulurdu. Balıkların karın bölgesinde yanan mumu çiftlerden hangisi söndürürse,  aile reisi o olurdu. Bu gelenek kadınlarında reis olma hakkını taşıyordu. 

Törene başka kabilelerin genç kız ve erkekleri katılırdı. Reis tarafından beğenilen olursa, bir sonraki törende evlendirilirdi. 

         Yirmi yaşını geçenlere bir şans tanınırdı. Bir kereye mahsus olmak üzere eşlerini kendileri seçebilirdi. Fakat evlilik yürümediğinde eşler idam edilirdi. On beş- yirmi yaş korkuyla geçen yıllardı. O süreleri atlatanlar, ziyafet verirdi. Aynı ziyafet ilk doğan erkek çocukları içinde yapılırdı.

On yedi yaşına gelen gençler, ay ışığında sayıları kadar mum yakılıp, söndürülürdü. Diğer kabilelerin görüp fikir edinmesi için yapılırdı. Ay ışığında mum yakıp söndürmede genç kızlar, uzun beyaz elbise, başlarına beyaz papatyadan taç takardı. Genç erkeklerse, yarıdan yukarı çıplak ellerinde kılıçla güçlerini gösterirdi. 

Gecede birbirlerini beğenen genç olursa, gizli buluşup, evlenene dek aşklarını gizli tutardı. Reisin bilmesi halinde ömür boyu kavuşamazdı. Yirmi yaşını dolduran gençler, reisin huzuruna çıkıp, evlenmek istediklerini söylerdi. Reiste bir gün sonra o gençleri kendi elleriyle evlendirir, onlara düğün hediyesi olarak erkeği savaşçı yapardı. 

Bu kabilede reis tarafından savaşçı seçilmek, ileride reis olma hakkını elde etmek demekti. Yani reis, öldüğünde kendisi gibi seçilmiş olanlarla demokratik bir seçimle reis olma hakkına sahip olurdu. 

Beş yılda bir seçilen savaşçılar, kabile reisinden sonra tek söz sahibi durumundaydı. 

Savaşçılar, aynı zamanda kabileyi gelecek tehlikelerden korurdu. Kabilenin yiyeceğini, savaşçılar sağlardı. Ava çıkan savaşçılar, bir yıl yada iki yıl geri dönmezdi. Sadece avlanmak için yola çıkmazlardı. Başka topraklara giderek, diğer kabile üyeleriyle savaşırlardı. 

Geride kalan savaşçıların işi daha da, zordu. Giden savaşçıların eşlerini korumak, çocuklarını gözetlemek zorundaydı. haklarından en küçük şikayetin reise gitmesi halinde savaşçı unvanı elinden alınır, yerine başka biri seçilirdi.   

         Gençlerin en çok korktuğu, yirmi yaşına geldiklerinde kurban gecesindeki törende kendilerine reis tarafından seçilen eşle evlendirilmesiydi.                   

         Sık ağaçların arasına dizilmiş bezden çadırların orta yerinde yanan kocaman ateş sürekli palazlanarak, alevleri gökyüzünü yutacak şekilde salınıyordu. 

         Kocaman gövdeli, belden yukarısı çıplak adam, elindeki mızrağı yere sapladıktan sonra ellerini yumruk yaparak, göğsüne hızlı hızlı vurup göğe doğru haykırarak vahşi hayvan gibi sesler çıkarttı. 

         Uzun siyah saçlı, ince suratlı kadın beline bağladığı renkli iplerden örülü kuşağı çözdükten sonra giysilerini tek tek çıkarıp, kendisini nehrin serin sularına bıraktı. Nehrin kutsal suyu bu akşam ki, tören için onu daha da kutsayacaktı...     

Uzun siyah saçlarını yıkamaya başladı. Hoş kokulu bitki suyunu vücuduna sürdü. Hayatının son anlarıydı. 

         Lala, büyük ela gözlerini ovuşturdu. Kurban edileceğine değil, sevdiği genç adamdan ayrıldığına üzüldüğünü yüksek sesle haykırdı. Bir müddet suyun üzerinde durdu. dolgun göğüslerine saçlarının ucundan damlayan sulara baktı. gidiş yönlerini izledikten sonra tekrar suya daldı. Aralarından geçtiği balıkların dünyasını düşündü. 

Kendi hallerinde huzurlu yaşantıları vardı. garip töreleri olmadığını söyleyip, gülümsedi. Ellerinin üzerinde dolaşan balıklara bakıp, 

      “düşünmeden yaşayın, sevmeyin. Korkunç olan ölüm değil, sevmektir.”

Balıkları serbest bıraktı. Serbest kalışlarını seyretti. 

         Lala nehirden çıktı. yarı kuru taşlar üzerinde yürüdü. Çıplak ayaklarına yapışan yosunlu otlara aldırmadı. Canlandırdığı gemiye doğru koştu. Gemi değil, tahtadan yapılmış sandaldı. Hayalin peşinden sürüklendiğini anladığında durdu. 

Nehre baktı, yıkandığı yeri göremedi. Etrafı inceleyip, gece kuşlarını dinledi. Yeni günü göremeyeceğini düşünüp, ilk kez yüreğinin burulduğunu hissetti. Gözlerini kapatıp, sevdiği adamı hayal etti. aşklarını yere göğe haykırmak istemişlerdi. Sevgilerini sesli dile getirmek iki gencin ölümünü hazırlamıştı. üç ay sonra yirmi yaşını geride bırakacaklardı. Fakat Lala ile Sonat’a üç ay uzun gelmişti. Bir an önce kavuşmak arzusundaydılar. 

         Lala, gökyüzüne baktı. Ayın gülümsediğini gördü. Şafağın sökmesini hevesle beklerdi. Şafakla birlikte tüm canlıların tekrar hayat bulduğuna sevinirdi. Şimdi durum farklıydı. Şafak sökerken, sonsuzluğun dünyaya açılan karanlık tüneline girdiği anı düşündü. 

Sonat’ın törelere göre otuz gün sonra kurban edilişine tanık olmayacağına sevindi. Karanlık tünellerde Sonat’la yine buluşacaktı. Ay ışığının güneş ışınlarının olduğu bir dünyada değil, karanlıkların ilk gidişin bilinmeyen yeni diyarında, yine el ele, yine göz göze olacakları yüreğine su serpti. 

Lala, gözlerini açıp, tepelere doğru uzandı. Vakit gelmek üzereydi. Ölüm gecesi, en yakın arkadaşı Sunaha’nın nikah gecesi olacaktı. Sunaha sevmediği bir adamla evlenecekti. Sunaha’nın sözlerini hatırladı,

      “ben zamanla seveceğim.”

Yine cazip gelmedi. Lala, taşıması için kendini bir kez daha  nehrin serin sularına bıraktı.           

                   

         

 

BÖLÜM 2

        Keşfedilmeyi bekleyen topraklara gezi düzenlendiğini duyduğu an karar vermekte tereddüt etmeyen reklam ajansı sahibi İstek, rezervasyon yaptırdı. Orta yaşlı, başında taç gibi duran saçlarıyla daima ilgi odağı olan İstek on yıldan beri reklam işinde çalışıyordu. 

         Geziye katılmak isteyenlerden biri de, şaşkın mı şaşkın her olaydan nem kapan muhasebe müdürü Aşkın’dı. Yaşının da vermiş olduğu olgunlukla gençlerin hareketlerini her zaman eleştirir ve onlara disiplinli yaşamanın önemini anlatırdı. Aşkın, bu geziye nasıl ve ne için katıldığını bilemiyordu.

         Renklerin arasında dolaşıp, daima canlı ve doğal renklerin sevdalısı olan Tan, için bulunmaz bir fırsattı. Doğanın öz renklerini fırçasının aracılığıyla dünyanın her köşesine taşıyacak olmasının yanında değişik bir ortam bulacağından emindi.

         Haberden habere hiç durmadan koşan Nilhan, böyle bir gezinin kendisine çok yararlı olacağını düşünerek, kararını verdi. Dinlenmeye ihtiyacı olduğu kadar, keşfedilmemiş yerleri görüp, gazetedeki köşesine taşımak için sabırsızlanıyordu.

Genç ve güzel Nilhan’ı adım adım takip eden çalıştığı gazetenin haber müdürü Hilmi’de bavulunu çoktan hazırlamış, tur acentesinin yolunu tutmuştu. 

         Başlayacak olduğu romanına konu arama arifesinde olan Karcan, kendini çok şanslı saymasının yanında bir an önce yola çıkmak için heyecanlanmaktaydı. Kafasında geziyle ilgili hayaller kuran yakışıklı yazar, romanının konusunu, tasarlamaya başladı.   

         Vahşi hayvanlarla sadece klinikte yakın olan veteriner Dilşah, inanılmaz güzellikteki bu gezi fırsatını kaçırmaya hiç niyeti yoktu. kısa boyuna rağmen dize gelmeyecek hayvanları uysallaştırıp, zararsız hale getirmesini bilen genç kadının, gönlünde sadece vahşi hayvanlar yatmaktaydı. Resimli broşür, gezinin maceralı geçeceğinin ip uçlarını veriyordu. 

         İşiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan fakat gezmeyi, yeni insan tanımayı çok seven kuaför Yonca, bir ay önce boşandığı ikinci eşinden sonra gezmenin ruh sağlına iyi geleceğini düşünüyordu. Yüreği kıpır kıpır gitmeye can atıyordu. 

         Yaşadığı çevreden sıkılan genç avukat Melikşah, hava değişimi düşüncesiyle tura katılmaya karar verenlerdendi. Genç adamın tek hayali ; sessiz, sakin doğada on beş gün dinlenmekti. 

         Büyük gezi için hareket saatinin yaklaşmasıyla birlikte yolcular yerlerini almaya başladı. Gezi için acentenin son model pırıl pırıl beyaz minibüsün içerisi ferah kokuları yaymasının yanında iyi bir gezi olacağını ifade eder gibiydi. 

         Acentenin genç, atletik yapılı, ruhu erken sıkılan, altıncı evliliğine hazırlanan Serdar, on beş günlük gezide direksiyon başında oturacaktı. En uzun süren evliliği, altı aydı. Esprili, komik yanlarını bilmeyenler ilk bakışta Serdar’ı kadın avcısı olarak tanımlayabilir. 

Serdar, minibüse binen konuklarına “hoş geldin”  deyip çikolata ikramından sonra yerlerini gösterdi. Elindeki listeye son kez baktıktan sonra,

      “sanırım yola çıkmaya hazırız. Yolculuğumuz normal şartlar altında üç gün, üç gece sürecektir. Uygun gördüğümüz yerde kamp yapacağız. Memnun kalacağınızdan eminim ve bizim acenteyi seçtiğiniz için de, ayrıca teşekkür ederim. Bu arada yardımcım ve size her türlü tanıtımı yapacak olan rehberimiz Atilla. İsterseniz tanıtayım, bize bıkmadan, usanmadan tarihi yerleri, bilmediğimiz konuları anlatacaktır. Sekiz yıldan beri rehberlik yapan Atilla, otuz iki yaşındadır. Gördüğünüz gibi boyuda benden uzun. Sanırım 1.85 boyunda. Benden 15 santim uzun. Kilolarımız aynı sayılır. Bu kadar gevezelik yeter. Bundan sonra söz Atilla’nındır. Hepimize iyi yolculuklar. Sıkıntılarınızı, yardımcım daha doğrusu rehberimiz Atilla’ya iletin. Sonra da bana!”

Serdar’dan sonra Atilla konuşma gereği duymadı...   

   

         

 

 

BÖLÜM 3

         Islak kaygan yolda, lastik izlerini geride bırakan arabanın içinden neşeli şarkılar dışa çıkmak için var güçleriyle camlara dayandı. Buğulanan gözlerini sürekli silen Serdar, şarkıların çoğuna eşlik etmiyordu. Çocukluk, yılları gözlerinin önünden geçip giderken, nerede olduğunu unuttu. Yapmak istediklerinin bir çoğunu yapamadığını şimdi daha iyi anladı. çabuk geçen yılların, acımasızlığına lanet okudu. Kocaman hayatların boşa geçip gittiğine üzüldü. Etrafına nefretle baktı. dudaklarından  duygu yüklü şarkılar dökülen yolcuları birer birer süzdü, mutluluklarını kıskandı. Yüzlerinde mutluluğun şifresini çözmek mümkündü. Gözler farklı parıltılara izin verdiği kadar kahkahanın yaşlarını da salıverdi. 

Serdar, başını iki yana salladıktan sonra tekrar önüne baktı. gittikçe sıklaşan ağaçların arasından geçen minibüs, asfalt yolda adeta uçtu. Çok geçmeden daha da sıklaşan ağaçların arasından daracık toprak yolla karşı karşıya geldi. 

         Dilşah, rehberin dizleri üzerinde duran haritaya baktı. Atilla’dan haritayı istedi. 

Bıçak keser gibi şarkılarını kesen gezi yolcuları, meraklı gözlerle Dilşah’ı süzdü. ne diyeceğini sabırsızlıkla beklediler. Dilşah’ın her hareketini göz kırpmadan inceleyip nefeslerini de, tuttular. 

Dilşah haritaya bakarak,

      “arkadaşlar, bundan sonraki yolculuğumuz gördüğünüz gibi toprak yolla devam edecek.”

Arka koltukta oturan Tan, sessizliğini bozarak,

      “siz buna dua edin. İlerde yol diye bir şey kalmayacak.”

Gözler, bir anda adama kaydı. Ancak Tan, bir kez daha onları gözleriyle Dilşah’a yöneltti. Dilşah, haritanın her yanını didik didik etmişti. 

      “korkarım doğru söylüyor. Kesik çizgiler yolun olmadığını işaret ediyor. Birazdan sizlerde göreceksiniz.”

Bir anda gözler, donuklaştı. Diller kelime bulup, dönemedi. Mühürlenen dudaklar, çaresizliği anlatmaya yetti. 

Koltuklarında put gibi oturdular. Manasını çözmek için beyinlerine yüklendiler. Düşüncelerinde varmak istedikleri olguyu bulmaya çalıştılar. On bir ayrı beyin aynı konuya odaklandı. 

İç huzursuzluk benliklerini sardı. Kıyıya vuran gelgit suyu gibi düşünceleri bulanıp, duruldu. Her beyin, kendi çerçevesinde şifre aradı. Dış etkenleri görüp duyma arzusunda değildi. 

Bilinenler bilinmeyenleri, bilinmeyenlerde bilinenleri suçladı. 

                                 DEVAMI HAFTAYA